SOĞUK SAVAŞ
Yirminci Yüzyıl tarihe, İmparatorlukların sonu, İki Emperyalist Paylaşım Savaşı, Sosyalist Devrim ve Devlet yönetimi denemesi ve sona ermesi, Ulus devletlerin kemikleşmeleri ve çözülmeleri, Soğuk Savaş, Emperyalist hegemonyanın yükselişi, demokrasi ve İnsan Haklarının öne çıkması, tek kutuplu bir dünya siyasetinin egemenliği, her türlü teknolojik ve iletişimsel gelişim dönemi, Atom çağı ve küreselleşme dolması olarak kayda geçmiştir… Yüzyılın en belirgin özelliği, Dünya siyasetine Soğuk Savaş kavramını sokmuş olmasıdır. İyilik ve kötülükleriyle, silinmeyecek izler bırakarak İnsanlık tarihindeki yerini almıştır…
Soğuk Savaş propagandası büyük oranda asılsızdır, yalana, kandırmaya ve korkutmaya dayalıdır. Toplumlar yoğun biçimde dezenforme edilir, her türlü gerçek toplumlardan saklanır ve sanal düşmanlar yaratılır…
Soğuk Savaş döneminde, yoğun bir silâhlanma yarışının yapıldığı, yeni silâh ve savaş teknolojilerinin geliştirildiği de bir gerçektir…
Yüzyıldaki Soğuk Savaş döneminin bir başka özelliği, görece bir ‘barış dönemi’ olmasıdır. İki kampa ayrılmış Dünya’da ve yok edici silâhların yayıldığı bu dönemdeki barış, daha ziyade korkuya dayalı suni bir barış olup, her türlü karşı propagandanın da yaygınlaştığı bir dönemdir…
Yirminci yüz yıl Diplomasisi, Soğuk Savaş taktiklerini Dış Politikanın etkin bir argümanı olarak kullanmış, hatta kimi ülkelerin dış politikalarının ve Uluslar arası ilişkilerinin temelini oluşturmuştur. Türkiye, Doğu bloğu ülkelere coğrafi olarak daha yakın olmasına rağmen, Batı bloğunun, özellikle ABD’nin anti Sovyetik propagandasının yarattığı korku etkisiyle Batı bloğu içinde yer alarak Soğuk Savaş cepheleşmesi içindeki yerini almış, Elli yıl boyunca Dünya’nın en büyük Ordularından birini bakmak ve refaha ayıracağı payları Askeri harcamalarda kullanmak zorunda kalmıştır...
Dış politikada Soğuk Savaş olur da İç politikada olmaz mı? Olmaması gerekir, ama ne yazık ki var, hem de en acımasız ve aymaz biçimde var. Türkiye, iç politikada uygulanan soğuk savaş yöntemlerinin en derin etkilerini 1980 darbesi öncesi yaşamış ve faturası binlerce insanımızın canına mal olarak çok ağır biçimde ödenmiştir. Ülkemizde darbelerin, muhtıraların, çoğu antidemokratik uygulamaların, İnsan Hakları ihlallerinin temelinde, İç Politikada uygulanan Soğuk Savaş propaganda ve yöntemlerinin uygulanması yatar…
İç politikamız ve yönetsel yapımız, Cumhuriyet döneminin hiçbir evresinde bu kadar karmaşaya ve bilinmezliğe itilmemişti. AKP Hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan sanki bu ülkede yaşayıp yetişmemiş, bu ülkenin kurumlarından ve olanaklarından yararlanmamış gibi, tüm kurumlara karşı adeta adı konmamış bir kavga ve mücadele içindeler. Başbakanın tüm konuşmaları itham dolu ve suçlayıcı anlamlar içeriyor. Ülkedeki yerleşik tüm kurumlar, mevcut iktidarın ideoloji, amaç ve dünya görüşü çerçevesinde yeniden yapılandırılarak partinin yan koluna dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu konuda hayli yol aldıkları da gözle görülür bir gerçek…
Ülkede suçlanmayan, zan altında bırakılmayan hiçbir kurum ve geçmişte yetki kullanan kişi kalmadı. Geçmiş tüm Hükümetlerden tutun da, Yargı sistemi, Sağlık sistemi, Milli Eğitim sistemi, Polis teşkilâtı, Askeri yapımız, Yerel Yönetimler, Üniversiteler, Basın Yayın kuruluşları, Gazeteciler, yetmedi Tiyatrocular; hepsi, hepsi suçlanıyor ve zan altında tutuluyor. Bilim adamları, gazeteciler, hatta spor adamları, görevdeki Cumhuriyet savcıları bile terör örgütü kurmak veya üyesi olmakla suçlanıp gözaltına alınıp tutuklanıyor. Genel Kurmay Başkanları, Ordu komutanları terör örgütü üyesi olmakla suçlanırken, silâhlı kuvvetlerimiz zan altında bırakılıyor…
Bu yönetsel yaklaşımın çağdaş yönetim anlayışıyla ve Demokrasiyle en ufak benzer bir tarafı yok. Bu anlayış ve uygulama Ulusal iradenin talebi olamaz. Ulusal irade elbette temiz bir yönetim ve insani bir yaşam biçimini arzular, ama ‘korku imparatorluğuna’ dönüşmüş bir yönetim tarzını benimseyeceğini ve uzun süre sırtında taşıyacağını düşünmek pek gerçekçi değildir. Virüs girmiş bir bedenin bir müddet sonra hastalanacağı muhakkak olduğuna göre, ötekileştirilmiş, kamplara ayrılmış, bizden-sizden olmuş bir toplumun da uzun süre barış içinde yaşayacağı düşünülmemelidir; hastalık bir müddet sonra mutlaka kendini gösterecek ve rahatsızlık toplumsal bedeni saracaktır…
Türkiye’nin ve bu ulusun en acil ihtiyacı ulusal barış ortamıdır. Bu konuda en acil ve asıl görev, iktidar erkini elinde tutan Hükümete ve yöneticilerine düşüyor. Başbakan ötekileştirici, ayrımcı, korkutucu dil kullanmaktan, Devlet güçlerini ve yasalarını rakip gördüğü kişi ve kurumların üzerine sürmekten vazgeçmelidir. Başbakan ve iktidarı, ülkeyi ve insanlarını kişisel mülkiyet tutkusuyla sahiplenmeyi bırakmalı, bu yurdun ve bu Devletin her noktasında, bu ülke yurttaşlarının tümünün onlar kadar hakları olduğunu bilmeli ve soğuk savaş taktiklerinden vazgeçmelidirler…
En yetkin savaşçı ve Devlet adamlarının bile, “Yurtta barış, Dünyada barış” dedikleri asla ve asla unutulmamalıdır!