Suhte (Medreseli ) İsyanları
Mithat BAŞ
Uygar toplumlar için tarihleriyle yüzleşmek önemlidir. Tarihle yüzleşmek, tarihten dersler çıkarmak için yapılır. Bu yöntem uygulandığında yanlışlar tekrarlanmaz, tarihi süreç içinde gerçekleşen olumsuz toplumsal olaylar gerçekleşmez, yeniden tekerrür etmez. Toplumsal ilerleme ancak tarihi olaylardan ders çıkarılmasıyla mümkündür. Aksi halde tekrarlanan yanlışlıklar yüzyıllar boyunca devam eder, toplumların gelişmesinde önemli bir ayak bağı haline gelir. Toplumsal çatışmalardan beslenen bazı yönetimler, tarihleriyle yüzleşmekten kaçınırlar. Batılı ülkeler, kendi tarihlerindeki önemli olaylarla yüzleşmişler ve bu sorunu büyük ölçüde halletmişlerdir. O nedenle de aynı yanlışları sürekli tekrarlamamışlar, kendi içlerinde toplumsal barışı büyük oranda sağlamışlardır. .
Bizim tarihimizde de ibret almamız gereken önemli sosyal olaylar vardır. Bunlardan en önemlisi özellikle 17. Yüzyılın ilk yarısında hemen bütün Anadolu’yu kasıp kavuran Suhte (Medreseli) İsyanlarıdır. Bu olayların bilimsel olarak analiz edilmesi ve genç kuşaklara kavratılması gerekir. Hamaset duygularıyla anlatılan tarihi olaylar, bırakın tarihten ders çıkarmayı olayları objektif veremediği için zararlı bile olabilmektedir. Bu tür yaklaşımlar, sorunları hasıraltı etmekten öteye gidememişlerdir.
Suhte isyanlarının en önemli tarafı kuşkusuz bu hareketin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk medreselerinde çıkması ve buradaki öğrenciler arasında yayılmasıdır. Bu nedenle de bu isyan “milli bir karakter” taşır. Aynı mahiyette olan Celali isyanlarını da bu seriye dâhil etmek mümkündür. Türk tarihinin daha bilimsel temellere oturtulması için yukarıda belirtildiği gibi bu isyanların çok iyi bilinmesi ve analizinin yapılması gerekir.
Osmanlı medreselerinde öğrenciler için önemli avantajlar bulunduğu bilinmektedir. Yeme, içme ve barınma gibi ihtiyaçlar medrese vakıflarınca karşılandığı için bu öğrencilere belirli miktarlarda burs da tahsis edilmekteydi. Bu tür cazip imkânlarla öğrenim görmek, mezuniyet sonrasında da devlet kademelerinde ya da dini kurumlardan birinde küçük de olsa bir ekmek kapısı ilde etmek önemli bir avantaj sağlamaktaydı.
Siyasetin bilim anlayışını baskı altında ve dar kalıplar içinde tutması, her şeyin ve bilimin temelinde iman esaslarının görülmesi ve “bilimin imanın temelinde olduğunun kabul edilmesi, özgür düşüncenin ve arayışların hoş görülmemesi, mezhepçilik anlayışına göre İslam fıkhının şekillendirilmesi, İmam-ı Azam ve Maturidi gibi “akılcı” anlayışı temsil eden İslam âlimlerinin yerine El Eş’ari ve Gazali gibi “nakilci” kişilerinin görüşlerinin kabullenilmesi, medreselerde pozitif bilimlerin yasaklanması bu kurumların iyice bozulmasına yol açmıştır.
Batıdaki bilimsel gelişmelerin takip edilmemiş karşılaştırmalar yapılmamış, ülkedeki eğitim öğretim ve bilimin içine düştüğü durumun vahameti zamanında anlaşılamamıştır.
Bu duruma Yavuz Sultan Selim zamanında itibaren Mısır ve başka Arap bölgelerinden Anadolu’nun çeşitli yerlerine getirilen “cahil softalar” da katkıda bulunmuş, Arap örfünden beslenen yeni bir İslam anlayışı Anadolu Müslümanlığı ile çelişir olmuştur.
17. yüzyıldan itibaren görülen Rumeli’deki yenilgiler sonucu buralardan geri göçen Türk kitlelerinin İstanbul ve başka kentlerde sağlıksız ve düzensiz nüfus yoğunluğu oluşturması ve bu kişilerin medreselerde barındırılması medreselerin bozulmasının bir başka nedeni olarak da gösterilebilir.
İmparatorluğun ilk yıllarında medrese mezunları, az sayıdaki müderrislik kadrolarına atanabilmek için lüzumluluk usulüne göre bir bekleme döneminden geçerlerdi. Bu bir çeşit staj dönemi idi. Zamanla bu yol kötüye kullanıldığı gibi müderris olmak için medrese bitirme şartı da aranmadı. Adı olup kendisi olmayan medreselere kayırma yoluyla atamalar yapılmaya başlandı. Bu konuda o kadar ileri gidildi ki devlet adamları ve müderrislerin oğullarına daha çocukken “müderris” unvanı verilmeye başladı. Bunlar bir medresede görevli gösteriliyor, böylece geçimleri sağlanmış oluyordu. Bu gibilerine alay için “beşik uleması” denilmeye başlanmıştı. Yüksek dereceli ulemanın ilmiye sınıfındaki oğulları babalarının işgal ettikleri mevki göz önüne alınarak doğrudan Miftah, Kırklı, Hariç ve Dâhil müderrisi olarak atanır olmuşlardı. Ulema oğullarına bu tür imtiyazlar tanınması itirazlara neden olsa da 16. Yüzyıldan itibaren ulema oğulları hakkındaki bu ayrıcalık genişleyerek devam etmiş, bu gibiler, bilgi ve hak etmelerine bakılmaksızın sıralarını bekleyen müktesep haklıların önünde müderris olarak atanmışlardır.
Bütün bunların yanında suhte isyanlarının çıkmasına neden olan başka sebepler de vardı. Topraktan elde edilen ürünlerin geleneksel yaşam tarzının sürdürülmesine yetmemeye başlaması, toplumsal statüde meydana gelen bu olumsuzlukların kabullenilmeyişi, kentlere yeni “işsiz-güçsüz” takımının akın etmesine neden oldu. Krizin yapısal olarak yaygınlaşması sonucu, kentler yeni misafirlerine umduklarını değil, sadece “isyan hakkını” verebildi. Artık kentlere gidip “işsiz-güçsüz” olmaktansa güçlü eşkıyalar olmayı tercih eden kesimler, “vur kafasına al ekmeğini” deyimiyle nitelendirilen bir toplumun ilk önemli isyancıları olarak tarihe geçtiler.
Özellikle Anadolu’da baş gösteren dağınık ve başıbozuk isyanlar, sonunun nereye varacağı bilinmeyen ve önü alınamayan büyük bir karışıklık ve toplumsal bozulmaya da neden oldu. İsyanlar, ülkenin başına karabasan gibi çökmüştü.
Suhte isyanlarının genişlemesinde ve şiddetlenmesinde bir başka sebep de devlet memurları arasında görülen ihtilaflardı. Örneğin kadılar, müderrisler, naipler ve ümera öteden beri geçinemiyorlardı. Kadılar ve beyler arasında nüfuz rekabeti vardı. Bu durum, bir çeşit statü kavgasıydı. Kavganın devamlılığı kadıların suhtelere meyletmelerine sebep oluyordu. Köylerde bulunan dirlik erbabı zaten kadılarla da, beylerle de geçinemiyordu. Şehirlerin ileri gelenleri ise daha çok kadılarla birleşiyordu. Sanki herkesin birbiriyle sorunu vardı. Bu durum, uygulanmakta olan mevcut hukukun ihtilafları çözememesinden, çözüm üretememesinden kaynaklanıyordu.
Bütün bunlar gösteriyordu ki, suhte isyanları yıldan yıla halkı da içine alan sosyal bir buhrana doğru yürümekteydi. Anadolu’da bu kanlı isyanlar olurken 16. Yüzyılın sonlarına doğru merkezi otoritenin bu olaylar karşısında yeterince sorumlu davranmaması olayların büyümesine de yol açmıştı. 1574 yılında II. Selim öldüğü zaman suhte isyanları bütün Anadolu medreselerini içine alan genel bir ayaklanma manzarası almış bulunuyordu.
Toplumsal ayaklanma genelleştiğinde artık kontrol edilemez hale gelir. “Haklı” ve “haksız” birbirine karışır. Hele de tek elden yürütülmeyen bu tür ayaklanmalarda doğrunun seçilmesi zorlaşır. Her türlü melaneti görmek mümkündür.
Nitekim çocuk kaçırma ve ailelerinden para istenmesi ve bunun kazanç haline getirilmesi bütün suhte isyanlarında görülmüştür. Bazı müderrisler de öğrencileriyle birlikte hareket etmişlerdir. Örneğin Tire Kazası’nın Işıklı müderrisleri bazı çocukları kaçırmış, halkın parasını ve koyunlarını almışlardı. Böyle öğrencileriyle birlikte hareket eden müderrislere oldukça sık rastlanmaktaydı.
Canik (Samsun) bölgesinde suhteler ve leventler “Gurbet ve Çingene taifesi” ile birlikte dolaşıyordu. Bu suhteler, ellerindeki çariyeleri kullanıp, genç bekâr erkekleri etraflarına toplayıp birçok hadiselere karışıyorlardı.
Suhteler, kendilerini ele verenlere karşı da intikam almak için harekete geçiyorlardı. Geyve’de suhtelerin mahkemeyi basarak bazı kimseleri katletmişler, bunun üzerine, il erleri ile aralarında çarpışma oluşmuştu. İl eri olarak kendilerine karşı çıkmış olanlardan intikam almak üzere 100 kadar suhte toplandıktan sonra katledeceklerinin listesini yaptılar. Gerede suhteleri ise zekât topluyordu.
Bu dönemde Suhte isyanları Ordu yöresinde de görülmüştür. Suhte (medrese) isyanlarının yöredeki etkilerinin önlenmesi için Pazarsuyu, Bayramlu-yı Ordu, Bolaman ve Yakupbeğderbendi (Perşembe) kazasındaki kadılara gönderilen 1601 tarihli bir hükümde, Bolaman Kazası’ndaki suhte eşkıyası hakkında gerekenlerin yapılması emredilmektedir.
Padişah’a, 2 Mart 1606 (23 şevval 1014) tarihinde, arz olunduğu görülen başka bir belgede, "Karahisar-ı Şarkî Sancağına tâbî Ordu-yı Bayramlu Kazası’nda türeyen Hacı Şamlu ve binden fazla levent ve sekbandan oluşan eşkıyası, sipahi Karahızır ve İsmail Çavuşoğlu Mehmet Çavuş ile birlikte hareket ederek vilayetimize zuhur etmişlerdir. Hacı Şamlu ve eşkıyası nice Müslümanların ve ocak sahibi kimselerin evlerini basıp gençlerini kendi leventlerine katmış, ayende ve revendeden (gelenden ve geçenden), seferli askerden nice kimseleri katletmiş, evlerin erzaklarına elkoymuştur.” denilmektedir.
Aynı belgede “Yine Kaza-i Ordu-yı Bayramlu’da ikamet eden müsellim-i vilâyet (Vilayetin asayişinden sorumlu) olan Dergâh-ı Âli silahtarlarından Abacı zade Ali Bey kullarının bir oğluyla bir avretin ve yedi nefer hizmetkârlarıyla evin basup katledip on yük akçelik emvâl ve erzakını gasp etmiştir. Bundan başka Vilâyet-i mezbureye tâbi Kırık Nahiyesinde sâkin Dergâh-ı Âli sipahilerinden diğer Ali Bey kullarını altı neferiyle birlikte katledip mal ve esbabını gasp etmişler ve Dergâh-ı Âli yeniçerilerinden Trabzonlu üç nefer yeniçeriyi dahi katledip mallarını ve esvaplarını yağma ve talan etmişlerdir", dendikten sonra, sözü geçen “vilâyetteki kazaların her birinden biner kuruş salgun, her haneden üçer kile arpa ve ikişer kile buğday, bir batman yağ ve bir batman bal, beş okka pirinç ve beşer tavuk alıp anbarladıkları, kadıların, Şark ordusu serdarı emri ile topladıkları, sürsat akçesini memurdan zorla aldıkları, tekrar her hâneye altışar kuruş salma saldıkları” ifade olunuyordu.
Her haneden alınan eşkıya haracının vahameti göz önüne alındığında 17. yüzyıl başlarındaki Ordu yöresinin durumunu anlamak mümkündür. Ordulu Hacı Şamlu’nun o çevrede yaşattığı dehşet, kalesiz yani açıkta kalan köylerden pek çoklarını kaçıp kalesi olan kasaba ve şehirlere sığınmaya zorladı. O kadar ki zorbalar namus ve ırzlara dahi en küçük bir saygı göstermiyorlardı. Kaçanlar, mal ve erzaklarını ortada bırakmışlardı. Asiler halkın sığınmasına çok elverişli olan Giresun Kalesi’ni kuşatarak içeri girmeye çalıştılar ve yirmi gün boyunca önlerine çıkanı öldürdüler. Kendi aralarında teşkilatlanan halk, Karahisar-ı Şarki Sancağı mutasarrıfı Seyyid Mehmet Paşa’yı başlarına geçirerek Hacı Şamlu’nun üzerine yürüdüler. Büyük çarpışmalardan sonra Hacı Şamlu’nun kendisi, arkadaşlarından Kazdağlı, Köse Osman, Dilsüz, Simitlü Bölükbaşı ileri gelenleri öldürüldü. Gerisi kaçıp Karahızır Mütevelli ve Mehmet Çavuş adındaki zorbaların etrafında toplanmayı başardılar.
17. yüzyılın ilk çeyreğinde “Nefs-i Ordu bi-ism-i Alevi” yerleşkesinin yok olması, Celalî ve Suhte İsyanları sonucu meydana gelen kaos ortamı ve bu ortamın doğurduğu nüfus kriziyle ilişkilidir. 1613 yılında 103 hane ile yörenin yönetim merkezi olan “Nefs-i Alevi bi ism-i Ordu” yerleşkesinin 1642/43 yılındaki yazımlarda görülmemesinin, bir başka deyimle yok olmasının başka açıklaması olamaz.
Bu isyanların bastırılması için devletin aldığı önlemler de vardı. Bunların en önemlisi “İl eri” uygulamasıdır. İl erleri gerek Kanuni devrinde ve gerekse daha sonra Anadolu’da görülen isyanlarda devletin kullandığı önemli bir teşkilattı. İl erleri yahut “İl eri” olarak adlandırılan bu teşkilat günümüzdeki anlamıyla bir nevi milis kuvvetlerinden ibaretti. Buraya dâhil olanlar doğrudan doğruya Türk halkının gençlerinden oluşuyordu. Bunlar bazen sancak beyinin bazen de bir zaimin emrine verilirlerdi. İl erleri gönüllü değil, mükelleftiler. Çünkü suhte isyanlarında serdarın davetine rağmen gelmeyenlerin kürek cezasına yollanmayı göze almayı gerektiriyordu. İl erleri teşkilatı Türk halkının kendi aralarında görülen geçimsizliklere karşı kullanılan kuvvet olduğundan Rumeli’de ve Anadolu’da Türk olan sahalarda mevcuttu. III. Murat devrinde birçok il erinin de başlarında bulunan serdarları ile birlikte isyan ederek suhte ve asi leventlere karıştıkları görülmüştür.
Önceleri yaygınlaşan isyanları ciddiye almama eğilimindeki Osmanlı yöneticilerinin isyanı silah toplatma ve katliamlarla bastırmaya çalışması da “kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan” kalabalıkların isyana sürekli katılımını engelleyemedi. Suhte isyanlarını bastırma konusunda gönüllü olarak çalışanların tümü, imparatorluğun en zengin ve ünlü isimleriydi. Engellenemeyen genişleme, yöneticilerinin suhtelerle pazarlık yapmasını zorunlu kıldı fakat her defasında çözüm önerileri suhteler tarafından reddedildi. İsyanın durdurulması halinde 'tövbe' edenlere toprak kiralayacakları ya da uygun bir iş sağlanacağı sözünü veren devletin çözüm arayışı, suhtelerin sadece eğitimleriyle örtüşen işlerde çalışacaklarını belirtmeleriyle sonuçsuz kalırken, medrese eğitimine veya mezuniyete dair önerilen akademik düzenlemeler de isyanın durmasına yetmedi.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre suhte ayaklanmalarında Şii propagandasının da etkisi vardır. Bu durumdan etkilenen suhteler, Sivas, Çorum, Amasya, Tokat ve Antalya’da büyük isyanlar ve kanlı katliamlara neden oldular. Yavuz Sultan Selim’in tahta çıktığı sıralarda Amasya’da binlerce suhte toplanıp pek çok insanı öldürmüşlerdir. Osmanlıda mezhep kışkırtıcılığı II. Bayezıt döneminden beri görülmekteydi.
Mustafa Akdağ ise, öğrenci disiplinsizliği ve suhte ayaklanmalarını sosyal sebeplere dayandırır. “16. Yüzyılın ortalarında bir yandan nüfusun hızla artması, öte yandan toprak kazandıran savaşların ve zaferlerin durması, vergilerin de ağırlaşması yüzünden köylerden kentlere ve zengin yörelere nüfus akınının başlamasını” gösterir.
16. yüzyıl suhte isyancıları, ekonomik ve siyasi bunalım ortamında kendilerine hiçbir şey vaad etmeyen ve çözülmekte olan bir düzene karşı isyan başlatmışlardı. Kendileri de yetişme tarzlarından olsa gerek karşılaştıkları sorunlara bilimsel bir çözüm önermekten çok uzakta idiler. Başlattıkları isyan girişimi, tarihsel olarak Osmanlı imparatorluğuna karşı gelişen ilkel ve tepkisel bir öğrenci muhalefetini temsil ediyordu. İlkel olduğu için de sonunun hangi toplumsal çürümelere ve dezenformasyona varacağından habersizdiler.
Günümüzde tarih bilimcileri bile doğru dürüst bir analiz yapmaktan uzak görünüyorlar. Sorgulayıcı, tarihi ve dinsel analizlere yer veren bilimsel araştırmalardan uzaktalar. Ve biz hala hiçbir şeyle yüzleşemiyoruz. Bu nedenle de bir türlü “bilim toplumu” olamadık.