DIŞ SİYASET
ABDULLAH AYDIN
Dış siyaset Osmanlı’na beri bu ülkenin yumuşak karnı olmuştur. Zafiyetinin nedenini bulmak, siyaset sosyologlarına ve yüksek siyaset yaptıklarını söyleyenlere düşer. Bizler, ancak düşündüklerimizi söyleyerek, yazarak katkıda bulunabiliriz.
Eğitim alanımızda, yazım ve basım dünyamızda Osmanlıdan öte pek fazla bilgi bulunmadığından, düşüncelerimizi belirtmeye Osmanlı’dan başlıyoruz.
Osmanlının kuruluşu ile devamı ve bitiş tarihleri arasında hiçbir benzerlik yoktur. Edebali’nin hak ve sevgi felsefesi ile yola koyulan Osmanlı, özellikle kurucu asli unsuru olan halkı, mümkün olduğunca devlet yapılanmasından uzak tutmayı yeğlemiştir. Ticareti, dış siyaseti azınlıklara bırakıp, Devlet görevlerini de devşirmelerle yürütme tolunu seçmiştir. Temel unsuru halkını da okuyup yazmaktan, bilim ve sanattan uzak tutarak ve Arap hikâyeleri ile uyutarak, temeline dinamiti kendi elleriyle koymuştur. Osmanlı İmparatorluk olmanın sonucu işgalci bir güç olmuş, ama hiçbir zaman Emperyal bir güç olamamıştır. Merkezi ekonomisini toprak vergilerine ve savaş ganimetlerine bağlamıştır. Osmanlı işgal ettiği ülkelere dilini, kültürünü götüremediği gibi, kalıcı eserler de bırakamamıştır. Sadece ufak vergiler bağlamış, bir kısmından da devşirme edinerek yetinmiştir.
Osmanlının ölüm adımı kapitülâsyonlardır. 1740 tarihli ve 1. Mahmut tarafından imzalanan antlaşma ile yabancılara Osmanlı topraklarında idari, adli ve ekonomik haklar verilmiş ve her türlü serbesti sağlanmıştır. İthal ürünlerde Gümrük vergisi kaldırılırken, ihraç ürünlerine gümrük vergisi konularak, sömürülmenin yollarını açacak zararına bir antlaşma imzalanmıştır.
Kapitülâsyonların öncesinde ve sonrasında yapılan bir dolu anlamsız antlaşmalardan sonra, 1918 yılında itilaf devletleri ile imzalanan Mondros antlaşması Osmanlının yıkım antlaşması olmuştur. Bu antlaşmayla, boğazlar, Trakya’nın bir kısmı, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde yabancıların işgali kabul edilmiştir.
İtilaf devletleriyle 1919 Paris antlaşmasında Yunanistan’ın İzmir’i işgali kabul edilmiştir.
1920 yılında Sevr antlaşmasını imzalayan Osmanlı, ölümü resmen kabul etmiştir. Asli unsurunu sadece savaş aleti olarak kullanmanın faturasını yok olarak ödemiş ve geride kalanlara da ağır bir yük bırakarak adeta cezalandırmıştır.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sırasında kurulan TBMM’nin imzaladığı ilk antlaşma, Ermenistan’la yapılan Gümrü antlaşmasıdır. Maddeleri uygulanmamış olsa bile, yeni ortaya çıkmış bir güç ve meşruiyet zemini oluşturması bakımından tarihi öneme sahiptir.
1923 tarihli Lozan antlaşması, Sevr antlaşmasının birçok olumsuz hükmünü ortadan kaldırmasına, Türkiye’nin bağımsızlığını kabul ettirmesine, Misakı Milli sınırlarının belirli bölümünün tanınmasına, Kapitülasyonların kaldırılmasına rağmen kimilerince yeterli derecede başarılı kabul edilmemektedir. 11 ülkeye karşı verilen mücadelede, heyette tecrübeli Diplomatların olmayışı, yabancı dil sorunu epey baş ağrıtmış, belki de, daha başarılı sonuç almasına önleyen sebep olmuştur. Noksanlıklarına rağmen Lozan antlaşması, yeni kurulan Devletin Uluslar arası diplomasideki en önemli başarısıdır.
1952 de üyesi olduğumuz NATO’nun Türkiye’ye ne getirdiği, ne götürdüğü halen tartışılmaktadır. Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı koruma bahanesi ile girilen NATO, Türkiye’yi askeri bakımdan ABD’ye bağımlı kılmaktan, çevre ülkelerle düşmanlığa neden olmaktan başka bir işe yaramamıştır. Türkiye’yi bir nevi silâh müşterisi olarak görmektedir.
1960 lı yıllarda üyesi olmak için girmeye çalıştığımız, şimdiki adı ile Avrupa Birliği antlaşması ise, tam bir fiyaskodur, diplomasi rezaletidir. Birkaç ülkeyle başlayan çelik antlaşmasından birlik antlaşmasına dönen bu ortaklık, her seferinde çeşitli bahanelerle Türkiye’yi uzak tutmak istemekte ve olayı Diplomatik bir soytarılığa dönüştürmektedir. 27 ülkeye ulaşmasına rağmen, Türkiye’yi hazmedemeyeceklerini belirtmektedirler. AB siyaseti, Türk Diplomasisi ve Dışişleri Bakanlığı için tam bir fiyaskodur.
Üye olmadan AB ile imzalanan Gümrük Birliği antlaşması, ayağımıza vurulan bir başka prangadır. AB’nin izni olmadan Türkiye’nin üçüncü ülkelerle mal alış verişinde bulunması mümkün olmamaktadır. Elli haneli bir köy muhtarının bile imzalamayacağı böyle bir antlaşma, ne yazık ki halkımıza ‘Diplomasi zaferi’ olarak sunulmuştur.
1921 tarihinde Sovyetlerle imzalanan ve sınırları belirleyen Kars antlaşması halen Ermenistan tarafından tanınmamaktadır.
Güya ‘çok sıkı dostumuz ve stratejik ortağımız!’ olan ABD, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlık tapusu olan Lozan antlaşmasını henüz tanımamıştır. Tanımayış nedeni, PKK terörüne verdiği destekte gizlidir.
Daha onlarca yüzlerce antlaşma ve protokolde, ülkemiz aleyhine imzaların atıldığına tanık olabiliriz. Türkiye’de en az eleştirilen kurum Dışişleri bakanlığı, en az eleştirilen Bakanlar ise Dışişleri Bakanları olmuştur. Aslında en fazla eleştirilecek kurum Dışişleri Bakanlığı ve ona bağlı diplomatlar ve siyaset yürütücüleri olmalıdır. Diplomasi usta-çırak mantığı, memur mantığı ile yürütülemez. Diplomasi bildi ve direnç isteyen bir iştir. Osmanlı’nın Diplomasi zafiyeti günümüzde de devam etmektedir. Bağımsızlığın, ülke ve toplum yararının en fazla savunulacağı yer dış siyaset ortamıdır. Diplomaside dil kibar ve zarif olsa da, şayet altına imza attığınız belgenin içeriğini ve geleceğe neleri taşıyacağını fark etmiyorsanız, sonuçları acıdır, ölümcüldür.
Türkiye Dış siyaset zafiyeti yaşıyor. Dünya’nın en stratejik noktasında bulunan Türkiye, bu zayıflığını bir an önce gidermeli, her an dışarı atılacak bir figüran yerine, söz ve karar sahibi olan bir aktör durumuna gelmelidir.