Türkiye, hayal, ihtiyaç ve beklentilerine yanıt bulamamış bir ülke. Siyasi yapı, seçmenin ruhunda oluşturduğu aldatılmışlık metaforunda uçsuz bucaksız bir serap dünyası yaratırken, sorunların çözümünde tıkanıyor, tökezliyor…
Siyasi yapı, halka ulaşmanın ilk adımı olarak hayal yaratma ve seçmeni hayaller peşinde sürüklemeyi geçer yöntem olarak kullanıyor. Yöntemin geçerli yönü vardır. Çünkü hayaller, gerçeklere ulaşmada, toplumsal ve kişisel taleplerin ruhsal, duyusal ön hazırlığı, plânlaması ve temel konumlamasıdır… Duyusal da olsa, plânlama ve konumlama ülke ihtiyaç ve gerçeklerine uygun olmalıdır…
Siyaset dilimizdeki çarpık yapısallık, Sosyolojik, Ekonomik ve Bilimsel gerçeklere dayanmadığından, birazda ironik ve tiyatral söylemlerle yaratılan hayal dünyası, vaat edilenler yerine getirilmeyince, duyusal ve duygusal bir yanılsamaya, serapa dönüşüyor. Toplumda ve kişilerde yaratılan hayal kırıklığı ve moral kaybı sosyal yaşamda derin boşlukların oluşmasına ve bütünlük içinde yaşamanın anlamsızlığı konusunda çentiklerin açılmasına neden oluyor…
Siyasetin uyguladığı ve toplumu uyutmaya ve şartlanmaya götüren bir başka yöntem ‘algı’ yaratma yönetimidir. Sürekli ve çok kanallı, çok yönlü propaganda yöntemiyle, insanların şartlanması ve tek doğrunun o olduğu yönünde değişmesi zor kanaatlerin oluşması sağlanıyor ve gerçeklerin görülmesi, öğrenilmesi önleniyor. Siyaset dünyamızın son yıllarında sıkça uyguladığı bu yöntem, toplumda düşünsel bir kararma ve zihinsel bir boşluk yaratıyor…
Günümüz Türkiye’si siyasetin yarattığı bu boşluğun acısını çekiyor, faturasını ödüyor. Siyasetimizdeki gel-gitlerin yarattığı yıkım, toplumsal kurumsallaşmayı sıfırlarken, ‘Sosyal Devlet’ arayışlarını var-yok arasında tartışma ve giderek erime noktasına getiriyor. Kurumlar iğdiş ediliyor, işlevsizleştiriliyor. Kurumların hukuksal işlevini yitirmesi, Devlet ile vatandaş arsındaki köprülerin yıkılmasını da beraberinde getiriyor…
Bu çelişkiler içindeki ülkede ‘her şey var mış’, ‘yapılıyor muş’, ‘oluyor muş’ gibi takdim ediliyor, ama aslında hiçbir şey yerli yerinde olmuyor, yapılmıyor. Şayet söylenenler doğru olsa idi, bu ülkenin insanları bu kadar perişan duruma gelmez, ülkemiz bu kadar saygınlık kaybına uğramazdı!
Neler oluyor muş, neler yapılıyor muş, ülke olarak uçmuşuz da, haberimiz mi yok muş!
Türkiye Üniter yapıda bir Devlet-miş (!)
Terör örgütü ile yürütülen barış süreci (!) başarıyla devam ediyor-muş (!)
Analar ağlamıyor, çocuklar kaçırılmıyor, kendiliğinden terör örgütüne katılıyorlar-mış(!)
Türkiye Lâik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti-imiş (!)
Adalet Mülkün Temeli-imiş(!)
Yasalar bütün yurttaşlara eşit uygulanıyor-muş(!)
Mahkemeler Dünya’ya örnek olacak kararlar alıyor-muş(!)
Seçimler özgür bir ortamda adilce yapılıyor-muş(!)
Basın hiçbir baskıya maruz kalmadan özgürce yayın yapabiliyor-muş(!)
Yurttaş izin almadan Demokratik tepki ve gösteri hakkına sahip-miş(!)
Tüm yurttaşlar için her türlü İnanç özgürlüğü var-mış(!)
Ekonomimiz Dünya’nın en büyük on altıncı ekonomisi-imiş(!)
Ekonomimiz uç-muş, kişi başı ulusal gelir on bin doları aş-mış(!)
Türkiye bölgede ve Dünya’da bir yıldız gibi parlıyor-muş(!)
İletişim çağı olan günümüzde hayal ve sanılarla ülkeler, Devletler yönetilemez. Halkların sürekli aldatılamayacağı da akıldan çıkarılmamalıdır. Demokratik bir ortam ve yönetim yaratmak istiyorsanız, halkın en doğruyu öğrenmesi ve bilmesi gerekir ki; oluşturmak istediğiniz toplumsal sisteme destek versin. Sistemin toplumdan gizli, saklı yanları varsa, o sistem toplumdan istediği desteği alamaz; toplum desteğinden yoksun sistemler de ayakta kalamazlar.
Türkiye’deki sistem ‘mış-muş’ yöntemiyle götürülüyor. Yaratılan bu aldatıcı metaforlarla toplumun günlük yaşantısı arasındaki fark ve çelişkiler, ortada çok şeylerin yanlış yapıldığının işareti olarak duruyor. Yanlışlar, toplumun sisteme ve yönetime doğru bilgilerle, doğru kanalda katılmasıyla ancak mümkün olabilir… Lâf ederken ‘Demokrasi Halkın kendi kendini yönetmesidir’ diyorsunuz ya!