Küçük küçük adımlar atmaya başlamıştı. Can kenarlarından tutunarak, gözlerime doğru kendi yolunu açmaya başlamıştı bile. O kadar içten gülümsüyordu ki, hep gözlerime baksın ve bana gülümsesin istedim.
Mini mini elleriyle tutunduğu yerden düşmemek için sarf ettiği gayret takdire şayandı. Bunu sende görmüş olmalıydın değil mi? Böyle muhteşem anları kaçırmazdın sen… Paytak paytak yürüyüşünün ardından sinsi bakışı da neydi öyle hatırladın mı?
- Sen dur daha neler yapacağım sana!
Der gibi muzırca bakışlara teslim et kendini…
İlk alkış tuttuğu ana ne demeli peki? Kapıdan içeri girdiğin anda ellerini çekip can kenarından, gülücüklerle karşılamıştı seni…
- Beni çok sev sen emi!
Demiştin gülümseyerek…
Ve o da ben de çok sevmiştik seni! Ama özellikle o ufaklık seni çok sevdi. Sen diyor sadece. Başka kelime öğretemedim.
Çok istedim oysa! Her şeyden önce kendini bilsin istedim. Anne desin. Baba desin istedim. Olmadı ekmek desin, su desin istedim. Mama desindi, karnı doysaydı da hep sen demeseydi…
O gülen yüzü hiç ağlamasaydı… Hep gülseydi! Mutluluktan aksaydı sadece iki damla gözyaşı. Ne diye üzülsündü ki? Ne diye incinsin? Değer miydi üç günlük dünya için?
Sonra bir gece çok yağmur yağmıştı. Gök gürültüsünden korkmuş bizim haylaz, yorgana sımsıkı sarılmış, gözlerini de öyle bir sıkıca kapamıştı ki; açtığında kıpkırmızı olmuştu.
Sen geldin!
Elinden tuttun, alnından öptün…
O an çok rahatladı ve derin bir uyku çekti sabaha kadar.
Ve bir gün “bitti” dedin ve gittin. O kadar çok ağladı ve kırıldı ki, bir daha toparlanamadı. Gidişin öyle çok üzdü ki onu, artık kimseyle konuşmuyor, kimseyi görmek dahi istemiyor.
Söz dinlemiyor. Esip gürlüyor kendince… O seni istemiyor diyorum, omuz silkiyor. Başa çıkamıyorum tek başıma…
Of!
Bu kalp çok yoruldu gidişinin ardından. Enkazını gel de topla! Alıştırmayacaktın kendine… Can kenarı olmayacaktın ellerine, pamuk olmayacaktın göğsüne yaslandığında sana!
Şimdi gel de gör!
Gör bir bak ne halde!
Gülümsüyor mu sana yine?
Nerde…
CANAN YÜCEL