HERKES BİR DEĞERMİ?

Emel SUNGUR

HERKES BİR DEĞERMİ?

Beni de bir ana doğurdu, bana göre hem de ne anaydı;

Hangi cins, hangi din, hangi dili konuşursak konuşalım, dünya ya gelirken sezeryanlada doğsak, normal doğum da olsa, anamızın sıcak karnından tarlaya da düşsek, 3 kiloda olsak da bizi yönetenler için değilse de anamız, babamız ailemiz için çok özel iz ve hepimiz bir değeriz.

Ancak ne yazık ki bu sadece özelde kalan gerçek öyle değil. Söylediklerinin duyulması önemsenmesi ve doğruluğuna inanılıp toplumda anlaşılması için ne yazık ki doğduğun il, konuştuğun dil, inancın, doğmadan önce kimin karnında büyüdüğün, ana babanın 40 kat sülalesinde köklerin ve en az bunlar kadar da cinsiyetinin ne olduğu önemlidir. Nereden çıktı şimdi bu?

Elbette topluma emek veren yıllarını ülke insanının gelişmesi, barış içinde yaşanması, insan emeğine sahip çıkılması uğruna adayan bu yolda zihinsel çaba sarf eden bunun sonucu yeni projeler geliştirenler çok önemlidir.

Ancak toplumda “özel değer” olan kişiler sıralaması soy ağaçlarına göre değil “insan olmanın erdemlerine inanarak yaşayan ve bunun gereğini yerine getirenden” oluşmalıdır.

Neden bunları yazdığıma gelelim; ben ve bizim yaşımızdakiler gençlik yıllarımızda tek başına karar verebilecek yeterli bilince ulaşmadan etkilendiğimiz yağız delikanlıların yürekleri hiç boyunları bükülmeyen dimdik gençlerden çok etkilendik.

 Okuduğumuz kitaplar, yazarlar dışında onları dikkatle izledik, dünyamıza yakın bulduk ve girdik o geçidin içine bu güne değin hiç çıkmamak üzere.

İzlediğimiz bu yol gösterenlerin dışında değer verdiğimiz ne dediklerine baktığımız sanatçılar, siyasetçiler, yazarlar, bilim adamları vardı.

Kız Meslek Lisesinden mezun olmam üniversite yolumu baştan biraz kapamıştı ama devam ettim, Üniversite kapısı açıldı Hacettepe Üniversitesine şimdi kocaman köklü gövdesi, dalı, kolu olan ağacın yanından geçerek girdim ancak çeşitli nedenlerle erken çıktım o kapıdan bir kez daha öğrenci olarak dönmemek üzere.

Ankara"daki Üniversiteler tarihi yazacaktı ilerleyen yıllarda.

Mekteb-i Mülkiye konumu, öğrencileri, öğretim görevlileri, yerinin merkezi olması, çalışan emekçileriyle bizlerin rahat ettiği üniversitelerdendi.

Yurt ve kantin o yılların üniversite öğrencilerinin dersleri olmadığı saatlerde gidip oturduğumuz, arkadaşlarla konuşup, tartıştığımız sıcak bir mekandı. Etrafında her keseye uygun ev yemeği yapan lokantalar ve bu günkü gibi simitçiler değil pidecilerin olduğu bir bölgeydi.

Dil Tarih hem meslek lisesine hem de Hacettepe"ye yakındı zaman zaman oraya da giderdik.

ODTÜ şehir merkezine en uzak olup zaman bulunca en fazla gittiğimiz yerlerdendi. Bu sadece benim için değil benim yaş grubum ve dünya görüşüme yakın herkesin tercihiydi.. Bunun bir nedeni de o yılların ODTÜ yönetiminden kaynaklanıyordu. Sahipleniyorlardı bizler gibi öğrencileri, gençleri veya sığınılabilecek oralar var diye düşünüyorduk.

 Daha doğrusu gençler zarar görmesin çabası çoktu o dönemin üniversite yönetiminde.

 Beni gelecek yıllarda aktif siyasetin içine sokan yaşımın ilerlemiş olması çekilen sıkıntıların beni olgunlaştırması ve en önemlisi o dönemin isimleriydi. Eşim ve arkadaşlarımın bire bir yaşayıp anlattıkları da duyduklarımın yanı sıra bu kişilere olan güveni perçinlemişti.

Belleğimde çok özel yer yapan isimlerdi.

Erdal İnönü, Aydın n Güven Gürkan, Erzan Erzurumluoğlu, Tevfik Çavdar, Emre Kongar, Halil Berktay, Aslan Başer Kafaoğlu, Mümtaz Soysal, Uğur Kökten, Sedat Özkol bu isimler bizlerin yol haritamızda yol gösterici olma noktasında katkıları olan insanlardı.

1970"li yılları kenarından köşesinden yaşayan bizler acımasız 80"li yılların sancılarından kurtulma noktasında böylesi isimlerin ne dediğine dikkat edip çok etkilenmiştik bu ve bunun gibi 100"lerce isimden.

Bu inandığımız ve inanmaya hala devam ettiğimiz bu yolda yolculuk Rutkay Aziz, Yılmaz Güney, Timur Selçuk, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve Ruhi Su gibi isimlerle daha da içselleşti.

Etkilemişlerdi isimler.

Daha sonraki yıllarda ne yazık ki etkilendiğim isimlerin bazıları asla hepsi olarak algılanmasın “ keşke eski halleriyle aklımda kalsaydı” diye çok düşündüm. Çünkü siyaset ve örgütlerde” baş” olma ayrı bir dünyaydı ve ne yazık ki” ben, benim” üzerine kurgulanmıştı.

“Ben”ler hanesinde elbette “ben"im kopyalarımda “ olacaktı. Yıllar bir ismin onlarca fotokopisiyle karşılaştırdı beni. Soy ağacı dışında adeta ayniydi, mimikleri, tepkileri, davranış, söylemleri çünkü öyle eğitmişlerdi kendilerini.

Ayni anda oylamada el kaldıran, “ben” ne diyorsa doğrudur diyen, toplantılarda “ben” in gözünün içine bakan o ayağa kalkmadan ayağa kalkıp hazır olda bekleyen binlerce “ben “ fotokopisi.

Ne idi fotokopi olmanın bedeli; bulunduğu makam neyse onu koruma, belediye meclis üyeliği, il genel meclis üyeliği, yönetim kurulu üyeliği, belki işe sokma belki en fazla “ben” görüntüsünün aslına sen yakınsan milletvekilliği.

Keşke gönlümde taht kuran isimler hep öyle kalabilseydi, keşke çok yanına gidip cemalini ve ruhunun derinliklerini görmeseydim. Tanıdım yakından, biraz daha yakından.

İşte o zaman keşke bu denli girmeseydim bu dünya ya dediğim çok oldu.

Bugünkü yazımın kaynağı Can Dündar"ın “ANKA KUŞU” kitabı.

Alıntılar geçmişi bir kez daha anımsamama neden oldu.

Birkaç anıdan biri olan “ Aziz Nesin"e bir şey olmuş mu?” sorusu bizim yıllar önce de rastladığımız bir kaç olayı anımsattı.

Birinci olay İran"dan Türkiye"ye yıllar önce gelen Musavi devlet adamlarının süregelen ziyaret düzeni ni değiştirerek Anıt Kabir ziyareti yapmayacağını açıklamıştı.Bu açıklamadan sonra düzenlemiş olduğumuz spontane bir eylemde elçiliğin önüne siyah çelenk koyup bildiri okurken polis gelerek hepimizi karakola götürmüştü. Aramızda serbest kalan bir arkadaşımız partiye giderek en üst düzey yöneticilerden birinin kapısını çalmıştı.

Hemen duyulmaz bu kapı sesi zaman da geçmektedir yine ve daha hızlı çalınır kapı. Bu sefer açılan kapıdan içeri girilir ve derdimiz anlatılır. Önce bir ilgisizlik hasıl olur Parti Kadın Komisyonu Üyelerinin karakolda olması ilgilenmek için yeterli olmaz ve bir ismi sorar o yetkili kişi. Yanıt “ oda karakola götürüldü” olunca ilgisizliğin yerini hızla bağlantı kurma ve çeşitli girişimler alır ne yazık ki.

Ayni “ Aziz Nesin"e bir şey olmuş mu? ” sorusu gibi.

Bir diğer olay bütün duyarlı kamuoyunun anımsadığı “ Aydın Cezaevinden- Eskişehir Cezaevine sevk” olayıdır yine bu yetkili makamlara gideriz ya dilimiz dönmez ya bizim dile yabancıdırlar. Derdimizi anlatamayız hafif sesimizi yükseltiriz yanıt “çok iyi biliyorsan sen başkanlık yap” olur. Böylesi anılar

1 Mayıs ve öylesi özel günlerde tekrar karşımıza çıkar ta ki işte bu yazının başlığını oluşturan

“ Aziz Nesin ” sorusu yerine “ kimseye bir şey oldu mu?” sorusunu hep bekledik.35 kişinin yakılıp kavrulduğu, yanarken seyirlik bir şeycesine askerinin, sivilinin, siyasisinin, mülki amirinin, belediyesinin seyirci olduğu 2 Temmuz gününe değin onlarcasını yaşamışızdır böylesi soruların. Yüzyıllardır binlercesini yaşadığımız gibi.

Soğuyor insan böylesi olaylar yaşandıkça uzaklaşıyor örgütlere girmek istemiyor. Ve sonuç başı sonu olmayan gruplar, çözümsüzleşen sorunlar.

Böylelikle bizleri yönetenlerin istedikleri oluyor.

Yaşanan bütün bu can yakan olayların sonunda ne yazık ki kimse bu “tarihe geçen günler”"in bedelini ödemiyor ve ilerde tekrar lider, tekrar dinlenen, tekrar yaşıyor ise önder olarak belleklere kazınıyor.

Anlık refleksler ve toplumda ne yazık ki hafıza kaybı.

Böylesi toplumu sarsan olaylar yaşanıyor, bir- iki günlük kırgınlık ve unutuluyor olay.

Çünkü bir isim bu isim ki doğumuz günden itibaren ailesi, babası, annesinin kıyafeti, zarafeti, yedikleri, müze olan evleri tüm bunlar tarih kitabımızdı, bunları bilmeyen yurttaşlık görevini yerine getirmiyor demekti. Bu tarih unutulamazdı.

2 Temmuz tarihi ne ki diye soran Alevi örgütü yöneticileri görünce şaşırmıştım. Onlarda 2 Temmuzu bilmez ama diğer tarih ezberlerindedir.

Çünkü tarihi yazanlar hep kendilerine göre tarih yazıp yazdıkları tarihe üç, beş kez okuduktan sonra kendileri de inanırlar bizleri inandırdıkları gibi. Bunun adı her halde “ şartlı refleks” ti.

Ve yüzyıllar sonra tarihin o olmadığı ortaya çıktığında yüzlerce katliam tarihinin sadece yönetenler değil sana yakın duygular taşıdığını zannettiğiniz kişiler tarafından da çeşitli gerekçelerle tahrif edildiğini görüyoruz işte onlar aslına benzemeye çalışan fotokopidirler ve hep öyle kalırlar.

Satın alınıyor ne yazık ki toprakta, su da, ırmakta, gökyüzü de, ağaçlarda, hayvanlarda, bedenimizde, dilimizde, dinimizde.

Alıcısı da oluyor bütün bu değerleri n satanda bulunuyor bu dünya düzeninde.

Açıkçası dünyamız satın alınıyor.

Geçmişimizi yazıyorlar ve ne yazık ki geleceğimizi de onlar yazacak öyle görünüyor.

Çünkü biz ötekileriz ve kilomuzu, ağırlığımızı, değerimizi ülkenin itibarlı kesimleri belirlemiş. Bütün ötekiler birlikte olmadıkça parça parça bölünmüş “ ötekicikler” hiçbir şey olamayacağız. Ama bundan şimdi bütün kadınlar, bütün Kürtler, bütün aleviler, bütün gürcüler olarak asla algılanmasın bütünlük gönlün söylediği gözün gördüğü birliktelikle sağlanır.

Böyle giderse binlerce yıl daha geçse de “Aziz Nesin"e bir şey oldu mu”, “ karakola götürülenler içinde ……mı var mı?” soruları sorulmadan cevaplandıracağımız sorular olarak ne yazık ki kalacak..

05.11.2009 Emel Sungur