YAŞAMADAN ÖLENLER

Emel SUNGUR

Emel SUNGUR

 Dünya Kadınlar Gününün 152. yılında kaç kadın kendilerine ait bir güne sahip olmanın farkındadır veya böylesi “ BİR” gün olduğundan haberi vardır.

Böyle bir gün olmasa da “ KENDİ İÇİN YILDA BİR GÜN” yaşamıştır.

365 gün 6 saat süren bir yılın bir günü kadınların gerçekten özellerimidir.

Yoksa yine 8 martla ilgili çeşitli kurumlar, siyasiler, ülkenin yöneten sınıfı dahil yöneten cinside ; bedeninin, dünyasının, duygularının, emeğinin, ürettiğinin sahibi olmayan biz kadınlara dair sayfalarla methiyeler dizecekler, tatlı olan sözlerle acı olan yaşamdan bizleri bir gün uzaklaştırdıklarını düşünecek ve onun rehavetiyle geri kalan 364 günü yine hoyratça nasıl kullanacaklar kim bilir.

           Biz kadınlar diyerek başlayıp yaşamımızın gerçeklerini sıralayınca erkek arkadaşlar bu söylediklerim karşısında hemen dikleşip belki de şiddet içeren elle olmasa da sözlü bombardımana hemen hazırlardır. Ama unutulmamalıdır ki 8 Mart günü ne kadar ve kimler tarafından konuşulursa konuşulsun toplumun dilinde dökülen başımızın tacı, cennet ayakları altında olanlar diyerek avutulmaya çalışılan ( bu benzetmelerde beni hiç mutlu kılmıyor) aslında daha fazla belleklerde saçı uzun aklı kısa olanlar, sırtından sopa karnından sıpa eksik olmasın diyerek yer eden biz kadınlarız. Erkek arkadaşlarımızla birlikte dikenlere bata çıka yol almaya çalışsak ta bu yolun dışında ki yolda cinsiyetimizle ilgili yalnızlığımız, çaresizliğimiz, terk edilmişliğimiz karşımızda kocaman bir sorun olarak durmaktadır.

         8 Martla ilgili bu geciktirilmiş yazımın nedeni yoldaşlarımızın sayfa sayfa yazacakları, bizleri anlatacakları yazıları görmek istemimden kaynaklanmasıdır.Öylede oldu örgütlerin temsilcileri bize bizi anlattı kabulümdür, ancak itirazım yürekten olup olmadığınadır. Bazı duyguların samimiyeti satır aralarındaki sözcüklerden ortaya çıkmaktadır, bazıları ise adeta kitaplarda yazılı olan, kalıplaşmış daha da açığı örgütlerin birbirlerine nazire yaparcasına sıraladığı metinlerden oluşmaktadır.Ama günlük yaşama yüzümüzü çevirdiğimizde bu denli gönül okşayan sözlerin yerine karşı cinsi dışlayan, yok sayan bir somutluğa dönüşen bir yaşam gerçek olandır.Yazılan ve söylenenlerin  bir çoğu bu metinlerin altını kazıyınca ortaya çıkan erkeklerin dünyasıdır. Bizler içinse yüzleşmekten kaçınsak ta bir günlük sevgi sözcüklerinin mutluluğu içinde belki oynadığımız, şarkı, türkü söylediğimiz bir gündür 8 Mart.

          Kadınların bir kısmı da bütün bu yaşananları unutarak bir günlük hatırlatmayla mutlu oldu ve kutladılar 8 Mart"ı.

        Tüm kadınların 8 Mart tarihini bir gün mutlaka öğreneceklerine inanıyorum. Egemen cins, egemen ve baskıcı devlet yönetimi ise bir gün dünyanın yarısını yaşamıyor saymanın, üretim dışına itmenin, kabul etmemenin, emeğini yok saymanın, siyasette yok saymanın, bedenini yok saymanın nedenli hatalı olduğunu anlayacaklardır. Kadına imzalatılan evlilik akdi ile o güne değin babada olan resmi belgeyi kocaya teslim eden, namus adıyla kadına sınırlar koyan, töre, gelenek, cinsel istismar, her türlü tacizle yok edilen kadının yaşamın içinde söz, iktidar ve yetki sahibi olduğunda o gün dünyanın güzelleşeceğinin farkına varılacak.

         Her ne kadar mitinglerde bağırarak isyanımızı duyurup “ gelsin koca, gelsin devlet, gelsin polis, gelsin cop” desek de bu seslenişin bu acımasızlığa hep birlikte artık bir son verelim seslenişi olduğunu herkesin bilmesi gerekir.

             Yaşamak için gelinen bu dünyada yaşamadan giden kadınlar; köyde veya kentte, koca tarafından veya töre kararıyla, aile baskısı veya toplumsal baskı adına ne denilirse denilsin yaşamları son buluyor. Her biten yaşam başka yaşamların tükenişini de hazırlıyor. Size bir iki örnekle somutlaştırmak istiyorum; Büyük bir şehir,ekonomik koşullar, bakmak zorunda olduğu babasız  çocuklar, güzel ve genç bir kadın. Çok bir şey değil bu söylediklerim onda ne var yaşanır işte, bu noktadan sonra başlıyor kurtlar sofrası, belki bir gün oturup sohbet edeceği arkadaşa ihtiyaç var. Arkadaş dediğinin bir sohbetten sonra kafasında çakıyor şimşekler akla gelen cinsellik, el sarkması, dil sarkması elbette böyle arkadaşlık olmaz, olmadı böylesine arkadaşlık bitir.Anlaşılan kendine konulması gereken “ arkadaş yasağı”.

          Köyde 15"inde evlendir, ( bu gün yasalar değişti AMA) kocanın yaşımı? zenginse ne önemi var, zenginlik köyde ne olabilir mal, davar zenginliği. Kadının omuzlarına binen yükün artması kim bakacak sürüye, mala, davara kadın. 15"inde başlayan yolculuk sabah saat 6.30 malı çıngırak sesleri içinde otlatmaya çıkar, eve gel ineği sağ, ev işi, bu ara ev içi hizmete devam, aile genişleyecek bir taraftan çocuklar sıra sıra, gece külçe gibi yatağa gir bu kez yatak hizmeti. Kimse bana sevgi olsa dahi bu kadar yorgunluktan sonra eşinin isteğine  her an hazır bir beden olabileceğine ikna edemez. Bahsettiğim makine dahi olsa ısınır, dinletilir ve zaman zaman otomatik olarak kendini dinlendirir. Evliliğin ilk yılları çocukluk yılları ve gençlik arkasından hızlı getirir yaşlanmayı bitmeyen ağrılar, bükülen beller ve en önemlisi yaşamadan ölen yürekler. Ne zaman gerçek mutluğu yaşamıştır diye çok düşündüm böylesi yaşam süreci yaşayan kadınlar için  gözlemim büyük ölçüde kızları evlenip büyük şehirlere gidince daha rahat eder diye düşündüklerine şahit oldum. Bunun nedeni belki kent yaşamının işini daha kolay görmelerinden kaynaklanıyor olabilir ancak bence o tempoya, kendi yaşamlarındaki ağır tempoya kızları yaşarken şahitlik etmeme isteği de büyük ölçüde rol oynamaktaydı.

          Dönelim kente koşturma caya; çalışan kadınlar, okuyan çocuklar, kahvaltıları, giyim, okula yollama koşturarak işin yolu işe geliş- gidiş saatlerinde atılan imza, verimliliği dahi fazla olsa kadın özel bir şirkette çalışmakta ise ilk işten çıkarılan, otobüse yetişme, beslenmeyi ayarlama, temizlik hizmetleri……… emeklilik ve emeklilikten sonrada çok uzun sürmeyen son. Bir günde olsa düşünmek lazım bu beden ne denli davacıdır toprağa gittiğinde? O koşturmayı taşıyan ayaklarda  sızılar, sonraki yüreğin yaşadığı acılar. Bir gün verilen hesaplar, sorulan sorular tükenmiştir ne yaşamıştır kendi için bu beden? tek soru olarak asılıdır duvarda.

          Kaldığımız köy yaşamında devam eden böylesi ağır koşturmaca , bu arada gece yemeklerinde yukarda sedire hazırlanan bir sofra, bağdaş kurmuş tek başına yemek yiyen “efendi” yerde yemek yiyen ailenin diğer fertleri. Evdeki ana,yaşı ne olursa olsun erkek çocuğunun gözünün içine bakarak ne istediğini sürekli anlamaya çalışma, ölümlük diye sakladığı 2 tel bileziği varsa onu oğlunun ihtiyacı halinde ona teslim etme.Ve ne yazık ki kendi yaşanmışlıklarına rağmen oğlunun eşine karşı oğlunu sürekli savunma ve söz söyletmeme refleksi yani karmaşık bir duygu. Aileye yeni gelin gelmişsen bir yenisi gelene kadar her iki sofrayı da bekleyip onlardan sonra yenilen yemek.

         Bütün bu yazdıklarım elbette ülkede uygulanan politikalarla, siyasi iktidarlarla, gelenek, görenek, törelerle ilgili. Yaşanılan yöre, o yörenin eğitim düzeyi, aldığı kültür, yaşadığı inancından kaynaklı farklılıklar arz etmekte.

         Ekonomik koşullar büyük ölçüde belirleyici de olmakta ama kadın eksiği veya fazlasıyla bütün bunları yaşıyorsa , bunun adına yaşam deniyorsa ömrü böyle tüketiyor. Bu yazdıklarım tüketilen ömrün sadece kenar süsleri asıl olan beyaz olarak başlayan sayfalar. Daha derine doğru inince en fazla kara olan ve inleyen sayfalara dönüşüyor yaşam gecesi, gündüzü ve bir yılı, on yılıyla.

       Ve bu dağınık yazımın sonu; atılacak tek imza YAŞAMADAN ÖLENLER. Biz bu mücadeleyi veren kadınlar ve yol arkadaşlarımız erkekler için işte görev bunları bilerek başlıyor. Dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı cins ayrımı gözetmeden büyütmek, yetiştirmek, yaşamın her acısı ve tatlısını, yükünü paylaştırmak gerekiyor. Toplumun geleceğini bizim suladığımız fidanların yaşatacağını unutmamalıyız. Her öğretinin, bu yolda verilen her soluğun eşitlikçi bir toplumun nüvelerini oluşturup erkek egemen ezberini bozmanın yolunu açacağına inanmalı birlikte yaşanan dünyayı güzelleştirmeliyiz.

         Yazım rahatsızlık yaratacak ancak bu yazıdan herkesin ayni ölçüde pay alacağını veya bunu vermek istediğimi düşünmeyin.  Sadece isteğim biz kadınlar 8 Martta acısı tatlısı o günü anarken erkeklerinde bir kez yaşadıkları dünyada böylesi bir cinsiyetin olduğu, yapılan haksızlıklarda nedenli payı olduğunu düşünmesi.

         Sadece düşünmek. Çünkü daha sonra ki yaşam bu düşünüşe göre şekillenebilir. Nazım"ın şiiri ve binlerce şiir böylesi binlerce acılı yaşamı vurgulamıştır bunlardan bir şiir,

ve sadece bir gün 8 mart.

         8 Mart  erkeklere de bütün bu acıları anaları, bacıları ve kızlarının yaşadığını anımsatma günü olsun.

İşte Anadolu kızıyım düşler içinde,

beni kilden yoğurmuşlar,

beni tandırda pişirmişler, aç açık bırakmışlar.

Benim türkülerden kalan poşum,

benim suskunluğum, tutsaklığım,

benim satılmışlığım kadın pazarlarında,

benim ağlamışlığım var ya,

siz bilemezsiniz Anadolu kadınını.

On üç, on dördünde yeşermeyi,

parayla girmeyi atmışlık erin yatağına,

on beşinde gebe kalmayı,

yirmisinde beş çocuklu olmayı siz bilemezsiniz.

Diken batmış ellerine,

Ayıplarla, günahlarla çarşafın içinde

Siz öksüz olamaz, aç kalamazsınız.

Gömülüp toprak evlere, üstünüzden sular aka aka,

Dinleyerek farelerin sesini, yılanlara baka baka,

Öküzünüzle aş yiyip su içemezsiniz.

İŞTE ANADOLU KIZIYIM,

İşte baş kaldırmışım bir kez,

Resim olmuşum fırçanızda,

Şiir olmuşum dilinizde,

Heykel olmuşum elinizde toprak

İşte soyunmuşum tüm uykulardan ÇIRILÇIPLAK. 

12 Mart 2009 ( Bu tarihe denk gelmesi aslında bir rastlantı ancak 12 Mart"ı yeni bir yazıyla sizlerle paylaşmaya çalışacağım, her iki özel günde de yazılarımda acının isyanını bulacaksınız.)

Ankara/ Emel Sungur