Daha 24 şehidin acısı yürekleri yaktığı sırada, AKP, daha önce ABD adına bölgede siyasi faaliyet yürütürken şimdi Kürt kartı üzerinden olası bir İran, Suriye savaşına hazırlık yapmaktadır.
Bunu ben değil, aslında iki gün önce Haber Türk’te bir haber programına katılarak, başbakanın sınır ötesi operasyonlarla ilgili yaptığı toplantıları örtük biçimde değerlendiren Yiğit Bulut söyledi.
Yiğit Bulut : Türkiye’nin yaşadığı ekonomik,genleşmenin (artık nasıl bir genleşmeyse bu !) zorunlu olarak fiziki bir genleşmeyi sağlayacağını ve bunun olmazsa olmaz olduğunu,şuan Kuzey Irak’a girmiş olan Türk ordusunun orada kalıcı olacağını,bunun aynı zamanda Türkiye’nin içinde bulunduğu fiziki genleşme sürecinin bir sonucu olarak ülke sınırlarını değiştireceğini hatta genleşmenin İran ve Suriye’ye kadar yayılması gerektiğini söyledi.
Bunun kaçınılmaz olduğunu sürekli vurgulayan Bulut: Irak, İran ve Suriye’nin aslında gerçek ülkeler olmadıklarını ve bu ülkelerin sınırlarında Misak-i milliye göre hakkımız olduğunu belirtirken,Türk askerinin operasyonları İran ve Suriye’ye kaydırmasının aynı zamanda fiziki genleşmenin bir parçası olarak Türkiye’nin sınırlarını değiştireceğini söyledi.
Açıkçası Yiğit Bulut AKP iktidarının “Yeni Osmanlı Projesinde” militarist bir adımı atmaya çalıştığını resmen açıklamış bulunmaktadır. Bunun PKK üzerinden yürütülmesi ise son derece anlaşılır görünüyor, çünkü böyle bir adımın güvenlik gerekçesiyle atılması meşrutiyeti açısından oldukça güçlü bir avantaj sağlamaktadır. Bunlarla ilintili olarak ABD’nin Türkiye’nin güvenliği gerekçesiyle her türlü “işgal” hakkını tanıyacaklarını yönünde ki açıklaması ise Yiğit Bulut’un dillendirdiği “genleşmenin” aslında nasıl bir projeksiyona sahip olduğunu göstermesi bakımından manidardır.
ABD’nin Türkiye’nin haklarını tanımak yönünde ki açıklaması bir bakıma iki bağlama oturuyor: İlkin doğrudan siyasi bir açıklama olarak ABD açısından olumlu bir durum olarak değerlendirilirken, ikinci olarak Viyana Sözleşmesi’ne göre ülkelerin güvenlik gerekçesiyle işgal haklarını tanıyan uluslar arası hukuki bağıtta üyeliği olmayan ve bunu reddeden Türkiye’nin, ABD eliyle hukuki bir meşruluğa dayandırılması anlamına geliyor.
Yiğit Bulut, Türkiye’nin Emperyalist ülkelerle artan bağımlılık ilişkisinin ve bunun doğrudan sonucu olarak ticari ve askeri anlaşmaları “ekonomik genleşme” olarak görüyor olabilir. Zaten emperyalizmle girilen her türlü askeri anlaşmaların yeni bir emperyalist saldırı planının parçası olması bilinen bir şey fakat bununla uyumlu olarak Yiğit Bulut’un “fiziki genleşme” dediği şey doğrudan “Yeni Osmanlı Projesi’dir.”
Peki, “Yeni Osmanlı Projesi” ne anlama geliyor. Açıkçası AKP kurmaylarının böyle bir kavramsallaştırması bulunmuyor. Fakat AKP’nin siyasi hem retoriği ve hem de küresel emperyalist politikalara entegrasyonunda Osmanlı Devleti coğrafyasının ve bu alanda ki Osmanlı nüfuzunu tarihsel bağlamından kopartılarak güncel siyasetin bağlaşığı haline getirilmesi, ABD’nin bu tarihsel geçmişi kendi hegomonik etki alanında güçlü ve Sünni kimliği ön plana çıkmış Türkiye eliyle kullanma ihtiyacı böyle bir projenin temellendirilmiş olduğunu gösteriyor.
Ayrıca Türkiye’nin idari dönüşüm sürecinin bir tür Osmanlı idari sistemine referansla yapılıyor olması bahsedilen projenin iç ve dış politikada Türkiye Devleti açısından bir tür Osmanlılaşma olarak biçimlenirken bölgede Büyük Orta Doğu Projesinin Türkiye ayağının yeni politik vizyonunu oluşturuyor.
Tayyip Erdoğan’nın sürekli olarak ABD adına İran ve Suriye’ye dönük tehditleri Türkiye’nin bölgede artan etkisi olarak görülürken aslında Amerikan karşıtı ülkelere dönük Osmanlı nostaljisiyle süslenmiş bir ABD meydan okuması olarak okumak daha doğru olacaktır. Bu süreç AKP’nin diplomatik başarısı olarak anılmaya devam etse de AKP’nin bölgede ikinci bir İsrail olarak emperyalist taşeron görevi üstlendiğini gösteriyor.
Özellikle Türkiye’nin 1991’de SSCB’nin çözülüşüyle azalan önemi, Büyük Orta Doğu Projesinde Osmanlının tarihsel paradigması üzerinden arttırılmaya çalışılmaktadır. İsrail’e dönük olarak yapılan fakat aslında hiçbir gerçekliğini bulunmayan politik eleştiri dilinin bölgede ki Arap halklarına dönük Amerikancı bir gönül alma pragmatizmi olduğunu belirtmek sanırım yerinde olacaktır.
Bu bakımdan Osmanlı ve AKP arasında ki analoji, Yiğit Bulut’un dillendirdiği Osmanlı’nın tarihsel sınırlarına dönük militarist girişimin aslında 1923 cumhuriyetinin 90 yılını tümden yok sayarak, 1923 öncesi dönemle bugün arasında kurulmaya çalışılmaktadır.
Tabi bu o kadar kolay bir iş olmasa da “yurtta sulh, cihanda sulh” olarak kodlanan Türkiye burjuvazinin en azından belli gerekçelerle diplomaside geleneksel a priorik davranış tarzını değiştirmiş bulunuyor.
Yeni süreç kapitalist Türkiye’nin militarist ve saldırgan politika izleyeceği bir şekilde biçimlenmiş ve bunun ideolojik tarafını güvenlik, barış,istikrar argümanları oluştururken aslında bu argümanlar Osmanlıdan devşirmeyle cihat,fetih,büyük tarihsel politika gibi Osmanlı argümanlarına bulandırılmıştır.Sonuç olarak Türkiye’nin yeni vizyonu “yurtta savaş,cihanda savaş” olarak emperyalist politikalara uygun olarak dönüştürülmüştür.
Kaldı ki Yiğit Bulut’un İran ve Suriye’yi gerçek ülkeler olarak görmemesi tipik “büyük devlet” hafifsemesidir. AKP’nin özellikle bölge politikalarında takındığı bu küçümseyici tavır “imparatorluk paradigması”’nın bir bakış açısı olarak özümsendiği gösterir. Bu paradigmanın komşu ülkelerde hak talep etmesi doğal olarak oldukça kolaydır. Çünkü AKP üniter bir ulus-devletin politik perspektifinden değil,çok uluslu bir imparatorluğun gözünden bölgeye bakmaya başlamıştır.
Fakat bu bakış açısı, aslında en son Libya’nın defterini dürmüş olan ABD’nin Suriye ve İran’a dönük saldırganlığının ürünüdür. ABD adına Türkiye’nin bu ülkelerin üstüne salınması,Türkiye’nin bölgede artan önemi olarak gösterilerek, ülke olası bir savaşın “büyük ideallerle” ana tarafı haline getirilmeye çalışılmaktadır.Bu sürecin verilen 24 şehidin üzerinden bir toplumsal trajedinin meşrutiyetiyle yürütülmesi ülke halkının şimdilik kolay adapte olacağı bir şekilde yürütülmektedir.Bir yönüyle Türkçü ve İslamcı söylemlerin etkisinde büyümüş insanların gönlünü rahatça okşayacakta bir süreçtir bu.
AKP yıllarca aşağılanmış bir diplomatik geleneğe sahip, AB kapılarından kovulan, askerlerinin başına çuval geçirilmiş bir ülkenin hep övündüğü geçmişini süsleyerek sahaya sürmektedir. Sanırım bu durum ülkenin içinde ki etnik ve dini farklılıkları olabildiğince çatışma ortamına taşıyacak bir etkiyi de barındırmaktadır.Dolayısıyla “Yeni Osmanlı’nın” “cihan savaşı”,yurtta bir tür “celali” isyanlarına da sebep olacaktır.
Ortaçağ boyunca Antik Roma’nın gerçek varisinin kim olduğu hep tartışılmış ve kanlı mücadelelere konu olmuştur. 9.yy’da Papa, bir “barbar” kavim olan Frankların kralı Şarlman’ı imparatorluk tacını giydirip Roma imparatoru ilan etmiş ve tüm Hıristiyan dünyasının koruyucusu olarak seçmişti. Fakat bu uyduruk ve zorlama “Romalılık” imparatorluğu olmayan “İmparator” Şarlmann’ın Papalığın çıkarlarını korumak adına verilmişti ve aynı zamanda kendini Roma’nın varisliği konusunda rakipsiz gören Bizans’a karşı atılmış politik bir adım olmuştu.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra ise Fatih Sultan Mehmet kendini Roma’nın varisi olarak görmüş, hem ülkede ki Hıristiyan tebaaya hem de batıya yönelen imparatorluğun batı devletleriyle olan ilişkilerinde yeni bir vizyon olarak Bizans’tan devraldığı “Roma İmparatoru” imgesini kullanmaya çalışmıştı. Hatta buna yönelik olarak Roma imparatorları gibi elinde bir “mappa” tuttuğu portreler yaptırmış, Yunan ve Roma uygarlıklarına ait pek çok eseri toplayarak bir kitaplık oluşturmuştu.
Açıkçası tarihte devletler arasında ki bu tür veraset kavgaları kısa süreliğine de olsa iş gören bir durum olmuştur fakat yukarıda bahsi geçen “Osmanlılaşma” olgusu ve Tayyip Erdoğan’da cisimleşen Abdülhamitçilik, doğrudan Osmanlılık tacının ABD eliyle AKP’nin başına giydirildiği ve bir tür bölgesel taşeronluğuna dayanan kutsanma biçimidir. AKP,bu tarihsel köken üzerinden ABD “şövalyesi” ilan edilmiştir.
Burada yukarıda ki analojiler üzerinden şöyle bir analiz yapmak mümkündür; Fatih Sultan Mehmet, İslami taassuptan ve klasik Osmanlı geleneğinden koparak otoriter çıkarı için Hıristiyan değerlerleri özümseyip dönüştürürken, AKP cumhuriyetçi gelenek ve siyasi tarzdan koparak, Osmanlının özellikle “çöküş” paradigmasını özümseyip, ABD politikalarına bağlı olarak kendisini Abdülhamit’in varisi olarak görmektedir. Belirtmek gerekir ki özellikle Şarlman’da somutlanan Papalığa bağlı Romalılık olgusu,AKP’de ABD’ye bağlı “Osmanlılık” olgusuna benzer.
Ortaçağ’da papaların birçok kralı aforoz edip, Hıristiyanlığın düşmanı ilan etmesi Ortaçağ Avrupa’sın da kralların papaya daha çok kapaklanmasına sebep olmuştur. AKP’nin ise “yeni Osmanlılığı” ABD’ye kapaklanmanın ötesine geçen bir anlam taşımaktadır.
Bir yandan I.Dünya Savaşı öncesi sürece ABD eliyle taşınmaya çalışılan Orta Doğu bölgesi, bir yanıyla 90 yıllık cumhuriyet dönemini çıkardığınızda I.Dünya Savaşı öncesi Türkiye demektir. Kısacası bu süreç Türkiye’nin de parçalanma süreci anlamına da gelebilmektedir. Kaddafi’nin sonu aynı zamanda Türkiye’de dahil olmak üzere tüm Orta Doğu’ya dönük ABD mesajıdır da. AKP kadrolarında Kaddafi’nin sonunu çok hazin bulanlar aslında böyle bir çelişkinin gerilimini yaşamaktadır.
Kaldı ki imparatorluk hülyalarıyla şişinen ve bölgede külhanbeyi pozları atan bir Türkiye’ye ve “fiziki olarak” genleşmiş bir Türkiye’ye ABD’nin uzun süre katlanması mümkün değildir. Çünkü bölgenin hallinden sonra Türkiye’nin “aforoz” edilmesi an meselesidir. Sanırım “Abdülhamitçiler” bunun sımsıkı farkındadır.
Sonuç olarak Yiğit Bulut’un aktarımları ona ait bir fantezi değildir. Bu onun, Yeni Osmanlıcılık sürecinde AKP’nin girdiği yeni evreyi Kürt kartıyla ilişkilendirerek açıkladığı, AKP’nin bu yeni evrede dayanak noktasıdır. Bu saldırganlığın adı “güvenliktir”.Hem de şehit çocukların kanı üzerinden yürütülen bir saldırganlık. AKP’nin yeni ciheti “yurtta savaş,cihanda savaştır” Yiğit Bulut’un söylediği kaside budur.