Abdullah AYDIN
TAKIM OLUP ÜRETMEK
TAKIM OLUP ÜRETMEK
[email protected]
ABDULLAH AYDIN
‘Kurtarıcı aramak’ geri kalmış toplumların karakteristik özelliklerinin başında gelir. Verilenle yetinmek, telkinlere kulak asmak sanki bir görevmiş gibi değerlendirilip, uyulması zorunlu yasalar gibidir.
İnanç telkinleri de (Doğru olup olmaması önemli değil) yaşamsal emirler etkisindedir ve uymayanlar toplumsal dışlanma tehlikesi altındadırlar. Dışlanma o boyutlara uzanır ki; kamu görevlerinin dışına bile atılabilirler.
Dışlanma tehlikesini üzerinde hisseden insanların da, korunma güdüsü ile yapılan telkinlere, gizli ve açık, resmi ve özel baskılara karşı bireysel ve giderek toplumsal direncini kaybetmekte ve baskı unsurlarına teslim olmaktadır.
Baskılar süreç içinde kişilerde kimlik erozyonuna ve giderek kimlik yitimine neden olmaktadır. Kişisel kimlik yitimleri kartopu misali büyüyerek toplumun tümünü sararak, sosyal bir korku tünelinin, düşünsel çölleşmenin oluşmasına neden olmaktadır. İnsanlardaki toplumsal ve sosyal güven zedelenmekte, herkes birbirinden şüphelenmekte ve birlikte iş görüp üretme ortamı yok olmaktadır. Günümüz Türkiye’si de yönetsel beceriksizlikler yüzünden bu duruma itilmiş durumdadır…
Kendine güveni kaybedip, korkularla yaşamak zorunda kalan toplumlar, isteği dışında kendini yönetim ve üretim dışında bulunca, ister istemez kurtarıcı peşinde koşmakta ve birilerinin himayesine ihtiyaç duymakta, kendini toplumsal gelişmelerin dışında hissetmekte ve çoğu kez de seyirci olmayı tercih etmektedir. Hâlbuki toplumsal sorunlar birilerinin tek başına ortaya koyacağı öngörülerle değil, ancak toplumun bütününün katkılarıyla çözülebilir. Bunun en güzel örneğini Güney Afrika’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonasında gördük.
Kurtarıcı peşinde koşan ve takımlarını yıldız futbolcularının kurtaracağına inanan Futbol takımları birer birer sahneden çekilirken, birlikte üretmenin yöntemlerini uygulayan, geçmişin özellikle tarımsal alanda uygulanan bir yöntem olan imece usulü çalışmayı ve üretmeyi benimseyen takımlar kendilerini finale taşıdılar ve halklarını mutlu ettiler.
Sömürgeciliğin ve Kapitalizmin baş özelliği bireycilik ve acımasızlıktır. Sistemde sermayeye ve üretim araçlarına sahip olanlar, doğrudan yönetim araçlarına da sahip olmaktalar. Sistem içindeki kimi sosyal ve toplumsal içerikli söylemlerin temel amacı, kitlesel tepkileri törpülemek, yapıyormuş gibi görünerek kitleleri sakinleştirmek ve giderek, fazla talepkâr olmadan, sistemin üretim parçasına dönüşmesini sağlamaktır. Açlıkla karşı karşıya kalan büyük kitlelerin suskunluğu, yıllardır uygulanan ve içinde şiddeti de içeren telkin ve yıldırmaların sonucudur. Bu yöntemi ülkemizde de uygulamaktadırlar ve toplumumuzu verilenle yetinmek zorunda bırakmanın yöntemlerini devamlı kılmanın peşinde koşmaktadırlar.
Yakın zamanda Dünya’nın yaşadığı ekonomik kriz göstermiştir ki; dar çerçeveli hükmetmenin, yönetmenin ve kazanmanın sağlıklı bir geleceği yok. Ekonominin bütünlüğü zincir halkalarına benzediğine göre, bu halkaların tümünün korunması, yönetime, üretime ve tüketime katılması gerekiyor. Klâsik bir tanımlamayla, ‘Domino teorisi’ sadece beldeler, ülkeler için değil, tüm Dünya ekonomisi için geçerlidir. Domino taşlarının birinin düşmesiyle oluşan yıkımın benzeri, ekonomik zincirin halkalarından birinin kopması ile aynı sonucu doğurmakta ve bütün insanlığı etkilemektedir.
Hoş olmayan bu ekonomik etkileşimin en büyük sıkıntısını da, yine yoksul kesim çekmektedir. Üretim araçlarını, yönetim araçlarını elinde bulunduranlar çeşitli yöntemlerle kendilerini kurtarırken, yıkımın faturası fakir ülkelere, yoksul kitlelere yüklenmektedir. Çünkü sömürgeciliğin kuralı böyle işlemektedir.
İnsan topluluklarının yaşamı doğadaki yaşamdan daha acımasızdır. Hayvanlar yaşamak için tüketirken, insanlar biriktirmek ve hükmetmek için de üretmektedirler. Sömürgeciliğin ve yoksulluğun temelinde yatan en etkileyici neden budur. Herkesin buna akli ve bedeni gücü yetmeyeceğine göre, güçlü olanlar her türlü aracı ellerine geçirebilmekte ve diğerlerinin emeğini sömürerek zenginleşmektedirler. Dolayısıyla tüm üretim ve yönetim araçlarını da ellerinde bulundurmaktadırlar.
Toplumun bütünü, özellikle sömürülen, horlanan, zaman zaman da yok sayılan yoksul kesim, şayet şampiyonluğa oynamak, birinci sınıf takım olmak istiyorsa, tarih boyu küme düşme tehlikesi yaşamak, horlanmak, dışlanmak, birileri tarafından itilip kakılarak yönetilmek istemiyorsa, takım olmanın, birlikte üretmenin, eşit tüketmenin yollarını aramalıdır.
Egemenler tarafından yönetilmek, verilenle yetinmek, birilerinin emirlerine sürekli itaat etmek, yoksulluk içinde yaşamak hiç kimse için kader değildir. Yönetilenler, sömürülenler, horlananlar, yoksullar takım olmak, birlikte yönetmek, birlikte üretmek ve hukuk içinde birlikte tüketerek insan gibi yaşamak istiyorsa, yollarına birileri tarafından serilen çakılları, dikenleri temizlemek için takım olarak hareket etmek zorundadırlar. Şayet bu birlikteliği sağlayamazlarsa, insanlık liginde kendilerine yer bulamayacaklardır.
ABDULLAH AYDIN
‘Kurtarıcı aramak’ geri kalmış toplumların karakteristik özelliklerinin başında gelir. Verilenle yetinmek, telkinlere kulak asmak sanki bir görevmiş gibi değerlendirilip, uyulması zorunlu yasalar gibidir.
İnanç telkinleri de (Doğru olup olmaması önemli değil) yaşamsal emirler etkisindedir ve uymayanlar toplumsal dışlanma tehlikesi altındadırlar. Dışlanma o boyutlara uzanır ki; kamu görevlerinin dışına bile atılabilirler.
Dışlanma tehlikesini üzerinde hisseden insanların da, korunma güdüsü ile yapılan telkinlere, gizli ve açık, resmi ve özel baskılara karşı bireysel ve giderek toplumsal direncini kaybetmekte ve baskı unsurlarına teslim olmaktadır.
Baskılar süreç içinde kişilerde kimlik erozyonuna ve giderek kimlik yitimine neden olmaktadır. Kişisel kimlik yitimleri kartopu misali büyüyerek toplumun tümünü sararak, sosyal bir korku tünelinin, düşünsel çölleşmenin oluşmasına neden olmaktadır. İnsanlardaki toplumsal ve sosyal güven zedelenmekte, herkes birbirinden şüphelenmekte ve birlikte iş görüp üretme ortamı yok olmaktadır. Günümüz Türkiye’si de yönetsel beceriksizlikler yüzünden bu duruma itilmiş durumdadır…
Kendine güveni kaybedip, korkularla yaşamak zorunda kalan toplumlar, isteği dışında kendini yönetim ve üretim dışında bulunca, ister istemez kurtarıcı peşinde koşmakta ve birilerinin himayesine ihtiyaç duymakta, kendini toplumsal gelişmelerin dışında hissetmekte ve çoğu kez de seyirci olmayı tercih etmektedir. Hâlbuki toplumsal sorunlar birilerinin tek başına ortaya koyacağı öngörülerle değil, ancak toplumun bütününün katkılarıyla çözülebilir. Bunun en güzel örneğini Güney Afrika’da yapılan Dünya Futbol Şampiyonasında gördük.
Kurtarıcı peşinde koşan ve takımlarını yıldız futbolcularının kurtaracağına inanan Futbol takımları birer birer sahneden çekilirken, birlikte üretmenin yöntemlerini uygulayan, geçmişin özellikle tarımsal alanda uygulanan bir yöntem olan imece usulü çalışmayı ve üretmeyi benimseyen takımlar kendilerini finale taşıdılar ve halklarını mutlu ettiler.
Sömürgeciliğin ve Kapitalizmin baş özelliği bireycilik ve acımasızlıktır. Sistemde sermayeye ve üretim araçlarına sahip olanlar, doğrudan yönetim araçlarına da sahip olmaktalar. Sistem içindeki kimi sosyal ve toplumsal içerikli söylemlerin temel amacı, kitlesel tepkileri törpülemek, yapıyormuş gibi görünerek kitleleri sakinleştirmek ve giderek, fazla talepkâr olmadan, sistemin üretim parçasına dönüşmesini sağlamaktır. Açlıkla karşı karşıya kalan büyük kitlelerin suskunluğu, yıllardır uygulanan ve içinde şiddeti de içeren telkin ve yıldırmaların sonucudur. Bu yöntemi ülkemizde de uygulamaktadırlar ve toplumumuzu verilenle yetinmek zorunda bırakmanın yöntemlerini devamlı kılmanın peşinde koşmaktadırlar.
Yakın zamanda Dünya’nın yaşadığı ekonomik kriz göstermiştir ki; dar çerçeveli hükmetmenin, yönetmenin ve kazanmanın sağlıklı bir geleceği yok. Ekonominin bütünlüğü zincir halkalarına benzediğine göre, bu halkaların tümünün korunması, yönetime, üretime ve tüketime katılması gerekiyor. Klâsik bir tanımlamayla, ‘Domino teorisi’ sadece beldeler, ülkeler için değil, tüm Dünya ekonomisi için geçerlidir. Domino taşlarının birinin düşmesiyle oluşan yıkımın benzeri, ekonomik zincirin halkalarından birinin kopması ile aynı sonucu doğurmakta ve bütün insanlığı etkilemektedir.
Hoş olmayan bu ekonomik etkileşimin en büyük sıkıntısını da, yine yoksul kesim çekmektedir. Üretim araçlarını, yönetim araçlarını elinde bulunduranlar çeşitli yöntemlerle kendilerini kurtarırken, yıkımın faturası fakir ülkelere, yoksul kitlelere yüklenmektedir. Çünkü sömürgeciliğin kuralı böyle işlemektedir.
İnsan topluluklarının yaşamı doğadaki yaşamdan daha acımasızdır. Hayvanlar yaşamak için tüketirken, insanlar biriktirmek ve hükmetmek için de üretmektedirler. Sömürgeciliğin ve yoksulluğun temelinde yatan en etkileyici neden budur. Herkesin buna akli ve bedeni gücü yetmeyeceğine göre, güçlü olanlar her türlü aracı ellerine geçirebilmekte ve diğerlerinin emeğini sömürerek zenginleşmektedirler. Dolayısıyla tüm üretim ve yönetim araçlarını da ellerinde bulundurmaktadırlar.
Toplumun bütünü, özellikle sömürülen, horlanan, zaman zaman da yok sayılan yoksul kesim, şayet şampiyonluğa oynamak, birinci sınıf takım olmak istiyorsa, tarih boyu küme düşme tehlikesi yaşamak, horlanmak, dışlanmak, birileri tarafından itilip kakılarak yönetilmek istemiyorsa, takım olmanın, birlikte üretmenin, eşit tüketmenin yollarını aramalıdır.
Egemenler tarafından yönetilmek, verilenle yetinmek, birilerinin emirlerine sürekli itaat etmek, yoksulluk içinde yaşamak hiç kimse için kader değildir. Yönetilenler, sömürülenler, horlananlar, yoksullar takım olmak, birlikte yönetmek, birlikte üretmek ve hukuk içinde birlikte tüketerek insan gibi yaşamak istiyorsa, yollarına birileri tarafından serilen çakılları, dikenleri temizlemek için takım olarak hareket etmek zorundadırlar. Şayet bu birlikteliği sağlayamazlarsa, insanlık liginde kendilerine yer bulamayacaklardır.
İnsan aklının bir görevi de olaylardan, geçmişten, tarihten ders almak değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.