FRANSA’YA MEKTUP

 

Ey Fransa!

Bugün parlamentonuzda “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi yasaklayan bir yasa çıkarıyorsunuz ya kendi adıma söyleyeyim hiç umurumda değil. Çünkü sizleri tanıyanlar bilir ki, tarihin her devrinde kan ve gözyaşından beslenmiş bir medeniyetsiniz. Başta Cezayir olmak üzere doymaz bilmez mideleriniz uğruna mazlum coğrafyalarda döktüğünüz kan daha kurumadan yine bu coğrafyalar üzerinde yeni tezgâhlarınızı kurmaya devam ediyorsunuz. Mısır gibi, Libya gibi, Suriye gibi…

Yani sizin işiniz bu…

Şimdi de Ermeni hamiliğine soyunuyorsunuz. Ne adına acaba? Mideleriniz söz konusu olduğunda sizler için Ermeni ya da Türk’ün bir farkı var mı ki?

Bakalım hesaplarınız nereye kadar tutacak.

Gün gelir mazlum milletler adına Türk milleti tekrar önünüze dikilirse işte o zaman söyleyin analarınıza bir daha bizlere mektup yazmasın. Her zaman aynı şekilde cevap vermeyiz.

Unuttuysanız hatırlatalım.

24 Şubat 1525 yılında Almanlarla yaptığınız Pavye Savaşı’nda kralınız François Almanlara esir düşmüştü. Kralınızın anası Düşes Dangolen oğlunu kurtarması için atam Kanuni’ye şöyle bir mektup yazmıştı.

 “Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Şarlken’in insafına bırakmıştım. Fakat Şarlken oğluma hakaretler etmektedir. Dünyaya geçen hükmünüz, cihanın bildiği azamet ve şanınızla oğlumun kurtulmasını temin etmenizi zat-ı şahanenizden niyaz ediyorum.”

Kanuni ise şöyle cevap vermişti.

“Ben ki,

Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki,

Françe  vilayetinin kralı Françesko’sun.

Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.

Padişahların bozguna uğraması ve hapsedilmesi acayip değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz.”

İşte Kanuni atam böyle cevap vermişti.

Bunlar daha bir şey değil. Hele Muhammet Safi tarafından 2011’ de yayınlanan “Osmanlı Elçilerinin Wikileaks Raporları” adlı eserde sizin oralarda görev yapan elçilerimizin anlattıkları öyle şeyler var ki okuyunca bizim sizi, sandığınızdan daha iyi tanıdığımızı anlayacaksınız..

İşte onlardan bir iki tane örnek.

Yirmisekiz Mehmet Çelebi Efendi 1720-1721 yılında sizin Fransa’ya geçici elçi olarak gelmişti. O zaman ki kralınız XV. Lois daha çocuk denecek yaştaydı. Sizinkiler bizim Yirmisekiz Mehmet Efendi’yi kralla tanıştırmak için saraya davet ederler.

Gerisini Yirmisekiz Mehmet Efendi şöyle anlatmaktadır:

Kralı, daha önce padişahımızın mektubunu verdiğimiz Divanhane’de, tahtında otururken bulduk. Bir kaç beyzade ile sohbet ederlermiş. Lalasıyla bizi görünce tahtından inip bize doğru döndü, buluştuk. Ayak üzerinde birçok dostane sözler söyleştik, latifeler ettik. Hançerimizi, elbisemizi, birer birer temaşa eyledi. Lala mareşal:

- Kralımızın güzelliğine ne dersiz? Diye sual eyledi.

- Maşallah, dedik.

- Henüz on bir yaşında, dört aylıktır, dediler.

- Şimdi bu boyu posu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın! Diye kralı tutup arkasını çevirdi.

Biz o sümbül saçları elimizi sürüp okşadık. Hakikaten sırma teli gibi düz ve beline kadar uzundu.

- Yürüyüşü  dahi güzeldir. Şöyle yürüyünüz, görsünler! Dedi.

Kral dahi Divanhane ortasına kadar yürüyüp yine geri geldi.

- Daha süratle hareket eyle, koştuğunuzu dahi görsünler! Dedi.

Kral dahi tekrar koşarak Divanhane ortasına varıncaya kadar

seğirtip avdet eyledi. Mareşal:

- Beğendiniz mi? Diye sual eyledi.

Biz dahi:

-Bârekâllah, Allah mübarek etsin, diye cevap verdik.”

Yine sizin oralarda 1803 yılında elçi olarak görev yapan Halet Efendi ise Paris’te bulunan bir mahallenizi şöye anlatmakta:

“Paris’te Pale ruayel tabir ederler bir bedesten gibi bir mahal var. Üstleri odalarda bin beş yüz karı, beş yüz oğlan var ki, işleri güçleri puştlukla münhasırdır. Buraya gece gitmek ayıptır. Gündüz gitmekte ise beis görmezler. Temâşâsına gittik. İçeri girildiği zaman dört bir taraftan karılar ve erkekler gelene, birer matbu kâğıt veriyorlar. İçinde yazar ki, şu kadar karılarım var, odam filan yerde, şu kadar akçayadır.” Biri dahi, “Şu kadar oğlanım var. Yaşları şu şu kadardır. Şu kadar fiyatı var” diye özel basılmış kâğıtlar verir. Bunlardan frengi illetine uğrayan olursa tedavisini devlet yapar. Burada karılar ve oğlanlar, adamın etrafını çevirip “hangimizi beğeniyor” diye beraber gezerler.” diyor, Halet Efendi

ve ilave ediyor: “Elhamdülillah memalik-i İslamiyede bu kadar oğlan ve gulam-pâre yoktur!”

Ey Fransa! İşte biz sizi böyle tanıyoruz. O yüzden umurumuzda değilsiniz ve kaale alınacak bir yanınız yok bizim gözümüzde.

Her ne kadar Tanzimat’tan beri gavura gavur demek yasaklandıysa da eğer bir gün ananız bize bir daha mektup yazarsa o zaman bu yasağı deleceğiz.

Baki selamlar…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum