Emel SUNGUR
VE KARADENİZİN İSYANI ANKARADA GENÇLERİN İSYANIYDI
Bazı sözler eğer sözlükten çıkarılırsa bizler için yaşam hiçbir şey ifade etmez.
Bu sözcükler bizim yaşamımızın kaynağıdır, var olma nedenimizdir; Demokrasi, özgürlük, eşitlik, dayanışma . Harfleri çok olmayan ama bütün evrende yaşayan insanım diyenler için çok şey ifade eden bu sözcükler adeta bizler tarafından da bu aralar unutuldu. Aslında herkesin yaşamına dair ipuçları olan bu tılsımlı kelimelerin manasını” bilmeden mi kullandık” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Eğer çok yaşamsal sözcükler olsaydı, bu sözcükleri içselleştirseydik bu kadar kolay vazgeçebilir miydik bu sözcüklerden?
Bu aralar böyle bir eksikliği kendimde de yaşadım. Unutmuştum adeta eskiden tekrar tekrar söylediğim yaşamsal bu sözcükleri. Demokrasi, özgürlük, dayanışma sözcükleri topluma bir okyanus ötesi kadar uzaktı bizde bu uzaklıktan nasibimizi almaya başladık. Toplumun sosyal ve siyasal yaşamı her halde kabuk değiştiriyordu. Siyaset sadece bir devletlinin iki dudağı arasından çıkan sözcüklere sıkışıp kalmış binlerce “ eyvallahçı” hep bir ağızdan yanlışa doğruya herşeye “eyvallah” diyordu. Zaten kullandığımız sözlükte bu devletlinin dudaklarının arasından çıkan sözcüklerle sınırlandırılmıştı. Yaşam biçimi, dünyaya bakışı son yıllarda hızla değişen toplumun çok çabuk alıştığı yeni yaşamda ihtiyaç yoktu böylesi sözlere ve bu sözlerin karşılığı olan eylemlere.
Halbuki bizler dünyaya gelişimizden bu güne yaşamı bu sözcüklerle getirmiştik.
Lokmayı paylaşmaktan, memeden gelen ana sütünü emmeğe, yattığın yer yatağını paylaşmaya, uzunca olan üzerine 2- 3 kişinin baş koyduğu yastıkta beraber yatmaya, otobüste oturduğun yeri paylaşmaya aslında ne kadar alışkındık.
Dünya elbette değişiyor, bu yenidünya da eskiye ait bazı değerler değişmeli, ancak değişen değerler geçmişin de bu günün de en özel ve en güzel değerleri; sevgi, saygı, dostluk gibi değerleri olmamalı. İnsanlığı yok ediyoruz ve yerine yeni dünyanın ihanet, hırsızlık, üç kağıtçılık, sahtekarlık, kirli siyaset gibi bütün çirkinliklerini yerleştiriyoruz. Yüze gülüp aradan 5 dakika geçmeden kuyunu kazanlardan, evindeki lokmana, işine göz dikene hepsi var bu yenidünyanın yeni kurallarında.
Çocukluk günlerimizden kalan anılardır; yapılan yaz ve kış temizliklerini ortak yapmak, turşuyu ortak kurmak, erişteyi, mantıyı birlikte kesmek bu bizim yaşamımızdı. Doğumu da, ölümü de, düğünü de paylaşmak, aç olan hasta olan, evlenen, çocuğu olan komşunun yanın da olmak adeta nefes almak kadar önemliydi. Bu yıllar yaşadığımız geçmişimizin en acı anılarıyla dolu olabilirdi ancak bu güzelliklerdi yaşamın acılarını hafifleten. Anlaşılan paylaşmak da artık unutulan bir duyguydu.
Özgürlük ne özel bir kavramdı. 80’li yılların şarkı nakaratıydı adeta durmadan tekrarladığımız, “ey özgürlük” denilince gözlerimizin önünden neler gelip geçerdi; serbestçe kimseye danışmadan nefes alıp vermek, bazen yaşının çok küçük olmamasına rağmen ip atlamak, top oynamak bazen kendini çok özgür hissedip dağlarda bayırlarda “ ben özgürüm” diyerek bağırmak, bir atın terkisinde yolunu, yönünü bilmeden zaman tünelinde dolanmaktı özgürlük. Etrafında çok sevdiğin insanlarda olsa aklını bir an bir kenara bırakıp abdal gibi dolanmaktı özgürlük.Özgürlüğü unuttuk.
Eşitliği unuttuk; sorduğumuz sorularla karıştırdık insan olmanın değerlerini başka şeylere yöneldik; nerelisin, nerede oturuyorsun, ne işle uğraşıyorsun, araban var mı, evin var mı, nerelere takılıyorsun? Sorularıyla dostluklar kurmaya çalıştık. Unutmuştuk hepimizin bir ananın sıcacık karnından dünyaya geldiğimizi, orada göbek kordonuyla beslendiğimizi, ananın ak sütü ile ilk kez karnımızı doyurduğumuzu unutmuştuk. Sanki kimilerini dünyaya farklı geldiğini düşünmeye başlamıştık. Hepimiz insan olduğumuzu unutmuştuk adeta eşitlik sözcüğünü de silmiştik defterimizden.
Bize insanım diyenlere veya insan olduğunu söyleyenlere ne kalmıştı insan olduğunu kanıtlayacak, hangi sözcükler vardı.
Eğer artık yaşamda bu sözcükler yerini bulamıyorsa, yaşam “ padişahım çok yaşla” üzerine kurgulanmışsa neden yaşanırdı.
Bu değerler eğer hiçbir şey ifade etmiyorsa mal, mülk sahibi olmanın, insanın işinin olmasının ne anlamı vardı. Tek başına yenilen yemek, tek başına dinlenilen saz, tek başına söylenen şarkı, tek başına yatılan yatak ne ifade ederdi. Oyuncağımızı çocukluk yaşımızda paylaşmak istemezdik ancak çocukluktan biraz çıkınca oyuncak paylaşmadığımız arkadaşlarımızla kim bilir neleri paylaşmıştık hepsimi silinmişti belleklerden.
Şimdi yitirdiğimizi bu güzel değerlere yeniden sahip çıkma çağrısı yaparken nasıl yeniden umutlandım bilseniz.
Sabah saat 8.30’da Adliye’nin yolunu tuttum. Binlerle ifade edilecek gençler hepsi hazırdı Adliye önünde ayni yıllar öncenin öğrenci, genç Emel’i hissettim kendimi.
İsyanımla birlikte tekrar var olmamızın nedeni olan değerlere sahiplendim çocuklarım olan gençlerle birlikte.
Etrafı saran profesyonel siyasetçi, profesyonel örgüt yöneticilerinden arınmış adeta temizliğin simgesiydi orada bekleyen gençlik. Ve geleceklerini kimsenin satın alamayacağını hep bir ağızdan bağırıyorlardı ayni bizlerin yıllar önce bağırdığı gibi.
Anladığım tek şey bir kez daha karşımda durdu kadınsız ve gençsiz hiçbir şeyi çözmek mümkün değildi.
Kadının doğurganlığı, sahiplenmesi, paylaşımı ve gençliğin isyanı ve renklerdi Anadolu’yu Anadolu yapan.
Hopa Anadolu’nun en uç noktası, Antakya, Samsun, Kırklareli , Van işte birleşmiştik halayı ve tulumuyla. Hopa; Karadeniz’in isyankar ruhu bugün Ankara’ya taşınmıştı ve hep beraber bugün “ HER YER HOPA HER YER DİRENİŞ” diyerek seslendik gözleri görmeyen, kulakları duymayan, gönülleri sevgiye kilitli olanlara.
Kitle örgütü ve ailelere açık olan mahkemeye girdiğimde gördüğüm müthiş bir dayanışmaydı yüzlerce Avukat savunuyordu geleceğine sahip çıkan bu yürekli gençleri.
Öyle savunmalar dinledim ki bilimin, aydınlığın, demokrasinin, dayanışmanın, eşitliğin özgürlüğün sözcüleri ve sahiplenicilerinden. Kendinden başkasını yok sayan Başbakan ve temsilcileri, sözcülerine bir cevaptı unutmayacağım bu güzellik.
Ya savcı, aman onu bana hiç sormayın. 09.12.2011
Emel SUNGUR