BİR KÖY KIZININ HİKAYESİ
Onun ise her hatırladığında bütün canlılığı ile yaşadığı an, okula başladığı gündü. Ne zaman okula dair bir şey duysa şimdiki zamanda sadece bedeni kalır diğer tüm haliyle o zamanlara uzaklaşır. Gözlerini yönünü bildiği köyünden yana sabitler ve duda
BİR KÖY KIZININ HİKAYESİ
Adnan Yıldız
Kim olduğunun, nereli olduğunun ne önemi var.
O bir köy kızı.
1929 yılındaki dünya buhranının hemen sonrasında, 1930’lu yıllarda doğmuştu. Ata’sını iyi hatırlıyordu. 1939 Eylülünde başlayan İkinci Dünya Harbi’ni ise çok daha iyi hatırlıyordu. Ama insanın hatıralarında her zaman taptaze kalan günler vardır. Öyle ki onlar hatırlandığında canlı haliyle tekrar yaşanır.
Onun ise her hatırladığında bütün canlılığı ile yaşadığı an, okula başladığı gündü.
Ne zaman okula dair bir şey duysa şimdiki zamanda sadece bedeni kalır diğer tüm haliyle o zamanlara uzaklaşır.
Gözlerini yönünü bildiği köyünden yana sabitler ve dudaklarından ilk;‘‘O yıllarda devlet köyümüze okulu çoktan getirmişti’’cümlesi düşer.
Başlar sonrasını anlatmaya.
Ancak on bir yaşında başlayabilmişti okula.
İkisi ondan önce, biri sonra doğan üç erkek kardeşi vardı. Onlar okula gidiyordu.
O ise kardeşlerini her sabah imrenerek okula yolcu ediyor, öğleden sonra ise kapıda karşılıyordu.
Okumaya öylesine meraklıydı ki, kardeşlerinin yazıp çizdiklerine bakarak biraz okumayı, biraz da yazmayı öğrenmişti.
Defteri olmadığı için babasının çalışırken yonttuğu ağaçlardan çıkan yongaları kendine defter yapmıştı. Kömürler ise kalemiydi. Yongalara duyduğu tekerlemeleri, kendi bulduğu sözleri yazıyordu. Daha sonra da bu yongaları ahırın duvarındaki taşların arasına saklıyordu. En içten yazılarını ise evlerinin yakınındaki okulun bahçesinden gelen çocukların seslerini duyduğunda yazıyordu. Öyle özlem doluydu ki okula. Aslında yongalara kömür karası kederini döküyordu
Kaç kere kapılarına okulun eğitmeni ile beraber jandarma gelmişti onun da okula gelmesi için. Onları her gördüğünde içi umutla doluyordu ama bu umutları sadece hep bir hayal olarak kalıyordu.
Babası zeki bir insandı. Elinden her iş gelirdi. Demircilik, marangozluk ve daha birçok işi yapabiliyordu Aslında çok istiyordu babası onun okula gitmesini ancak annesi istemiyordu. Çünkü annesi ev, ahır ve diğer işlerde tek yardımcı olarak onu görüyordu. O yüzden okula gitmesini istemiyordu ve ‘‘Kız çocuğu hiç okula gider mi?” bahanesinin arkasına sığınıyordu.
Zaten köyde birkaç aile dışında hiç kimse kızlarını okula göndermemişti.
Artık umutları iyice tükenmek üzereydi.
Günlerden bir gün babası, Cuma namazı hazırlığı yapmak için işini bırakıp eve gelmişti. Onun evde olduğunu bildiğinden, ibrik ve leğen istemek için seslenmişti Ancak ses gelmiyordu. Birkaç kere daha seslenmişti. Yine ses yoktu. Başını çevirip baktığında görebilmişti kızını. Kırık bir heykel gibi duruyordu köşede. O ise kendine geldiğinde babası omuzlarından sarsıyordu hala.
“Kızım bir şeyin mi var? Sana sesleniyorum burada. Neden duymuyorsun beni?”diye seslenirken babası. Onun işitebildiği tek ses, okulun bahçesinden gelen çocuk sesleriydi
Babası da anlamıştı bunu ve okulun bahçesinden gelen seslerin arasında kızının sesini duyamayınca onun da yüreğine soğuk bir bıçak saplanmıştı Başka hiç bir şey demeden kızına, caminin yolunu tutmuştu. Namaz çıkışı ise hiç kimseyle konuşmadan neredeyse koşarak eve gelmişti.
Kızı aynı şekilde duruyordu bıraktığı yerde. Yüzünde yine o kırık heykel donukluğu.
Elinden tuttu kızının ve hiçbir şey söylemeden sürüklercesine götürdü onu… Kızın ufacık eli, rüzgar gibi giden babasının elinde terliyordu. Babasının bir adımına yetişebilmek için üç adım atması gerekiyordu. Gittikleri yol ise okulun yoluydu, ancak?...
Çocuk seslerine yaklaşmaya başladığında bir umut alevi şakaklarını yakmaya başlamıştı.. Karnında tarifi mümkün olmayan bir boşluk hissi. Babasıyla önce okul binasına girdiler. Daha sonra da her yanında rengarenk resimler bulunan birleştirilmiş sınıfların içerisine. Babası eğitmene selam verirken şapkasını çıkarmıştı Eğitmen bir masanın arkasında başı dimdik ayakta duruyordu.. Başının tam üstünde ise O resim vardı. Kardeşlerinin kitaplarındaki resimlerden tanıdığı Ata’sının resmi. Kaç kere istemişti hayallerinde hep başarmayı ve her başarısından sonra O’nun gelip başını okşamasını. Başını öne eğdi. Ata’sının deniz gözlerinde, hayalden bir sandala bindi, artık babasıyla eğitmenin konuşmasını duyamayacak kadar uzaktaydı.
Kardeşleri ders çalıştığı zamanlarda yanlarına diz çöker, kitaplarındaki Atatürk fotoğraflarını gösterip:“De bakayım ne yapıyormuş burada Ata’mız?” “Söyle bakayım Ata’mız ne demiş?”diye sorarak hep öğrenmeye çalışmıştı O’nu.
Aniden dikleştirdi başını. Eğitmen, babasına “Kaç kere jandarmayla kapına geldik. Neden bugüne kadar bu kızı okula getirmedin? Neydi bu inat yahu?” derken. Babası ise sadece elinde şapkasını sıkıyordu var gücüyle.
Okula başlamıştı işte.
Eğitmeni sınıfın en güzel yerine oturtmuştu onu, babası mutlu bir şekilde kendisine bakıp kapıdan çıkarken.
Eğitmen, eline bir kağıt, bir de kalem vermişti hemen ve “Arkadaşlarına yetişmen için çok çalışman gerekli” demişti ona.
Daha sonra tahtaya yönelmişti eğitmen.
Tahtada bir şeyler yazdıktan sonra sıraların arasında dolaşmak amacıyla yüzünü döndüğünde ilk olarak yeni öğrencisiyle göz göze gelmişti ve yine ilk olarak onun yanına gelmişti.
Yeni öğrencisinin kâğıdına baktığında gördüklerine inanamamıştı.
Eğitmen tahtaya ne yazdıysa okuyup yazabilmişti, üstelik bugüne kadar okulda bulunanlardan bile daha güzeldi yazısı.
Şaşırmıştı eğitmen. “Sen okuyup yazabiliyor musun?”
Mahcup bir şekilde sadece başını öne eğmişti
Eğitmen; “Kızım böyle devam edersen yılbaşında karne aldığında seni bir üst sınıfa atlatacağım” dedi kendisine. O zamanlarda yarıyıl karnesi yılbaşında veriliyordu.
Nitekim öyle de olmuş, her sene bir fazladan sınıf atlamıştı.
Bu arada kendisinden sonra birçok kız onun sayesinde okula gelmeyi başarabilmişti.
Bir gün eğitmenleri heyecanla sınıfa girmiş ve “Çocuklar! Maarif Vekâleti bütün mekteplerde bir şiir yarışması düzenlemiş. Bu yarışmaya katılmak için sizlerinde şiir yazıp bana getirmenizi istiyorum.” demişti.
İşittikleri karşısında eğitmenlerinden daha fazla heyecanlanmıştı. Belki de hep böyle bir anı bekliyordu.
Dersler biter bitmez koşarak eve gelmişti.
Yüreği yerinde durmuyordu. Şimdi görev zamanıydı. Bütün inandıklarının haklılığını göstermek için.
Eve geldiğinde önce ahırda hayvanlara bakması daha sonra yemek ve bulaşık işlerini yapması gerekiyordu. Her günü böyle olduğundan, ancak gece yarısından sonra ders çalışmaya fırsat bulabiliyordu.
Önce ahıra gitti. Çünkü ahırda hem hayvanlarla ilgilenecek hem de okula başlamadan önce yongalara yazıp ahırın duvarlarının taşları arasına sakladığı şiirlerine bakacaktı.
Ahıra gittiğinde ilk işi taşlar arasındaki yongaları bulmak olmuştu.. Ancak hevesi birden hayal kırıklığına dönüştü çünkü yongalara kömürle yazdığı şiirlerin çoğu şimdi okunamıyordu. Acemi ellerinin kömürle yazdığı eğri büğrü harflerin çoğu nemden ötürü silinmişti.
Çok üzülmüştü. Bu yüzden çok sevdiği buzağıya bile bu akşam hiç dokunmamıştı.
Daha sonra eve gelmiş. Yemekleri hazırlamıştı. Yemekleri yiyen ev halkı yavaş yavaş yerlerine çekilip uyumaya başlamıştı.
Ama o, daha bulaşıkları yıkayacaktı. Şiir yazmayı da kafasına koymuştu. Zihninde birbirini çağırarak gelen kelimeler dönüp duruyordu. Yavaş yavaş şiirin hamuru da yoğruluyordu böylece.
Bulaşıkları yıkamaya başladığında dizeler de düşmeye başlamıştı.
Hemen babasının tahta çizmek için kullandığı tebeşir aklına geldi. Önce tebeşiri buldu. Evlerinin zemini tahtaydı. Şiirini odanın zeminine yazacaktı. İlk dizeleri yazmak için verdiği çabası başarısız olmuştu. Elleri ıslak olduğundan, tebeşir de ıslanmış yazamamıştı. Bunun üzerine ellerini eteğine silerek kurulamış ve şiirinin ilk dizelerini tahtalara ancak öyle yazabilmişti. Böylece hem bulaşıkları yıkıyor hem de bu arada aklına gelen dizeleri yine ellerini kurulayarak tebeşirle yazmaya devam ediyordu Odanın tüm zemini ise tebeşirle yazılan şiirin dörtlükleriyle bembeyaz olmuştu.
Sonunda bulaşıkları da bitirmişti. Şiiri de…
Şimdi de defterine geçirmesi gerekiyordu.
İki yıldır kullandığı on sayfalık defterine. Çünkü başka defteri yoktu. Bu defter de kardeşinden ona tek forma halinde kalmıştı. Hep bu on sayfalık defteri kullanıyordu. Bunun için de daha önce yazdıklarını kara lastiklerden keserek elde ettiği silgiyle siliyor yerine yenileri yazıyordu.
Şiirini yazacağı sayfayı sildi önce.
Daha sonra aydınlanmak için kullanılan duvarda asılı çırayı eline aldı ve yerde yazdıklarını dize dize okuyup yine bir elinde çıra defterinin yanına gelip yazdı.
Kalemi ise ucu yassılaştırılmış bir ağaç parçasıydı. Kendisine küçük bir hokka yapmıştı yine ağaçtan. Bu hokkanın içerisine bulabildiği mürekkebi dolduruyordu epeydir. Hokkanın kapağını ise kalemi sığacak şekilde ortasını deldiği bir patatesten yapmıştı. Hep saklamıştı hokkasını bugüne kadar en güzel yazılarını yazmak için.
Kısmet bu an imiş.
Şiirinin konusu ‘‘Su’’ idi.
İlk dizeleri şöyleydi:
“Değirmeni döndüren sensin
Öyleyse ekmeğim de sensin su”
Ertesi gün okula gider gitmez eğitmenin masasına şiirinin yazılı olduğu sayfayı açarak bırakmıştı .
Eğitmen masasına oturduğunda defteri görmüş ve açık sayfasındaki şiiri okumuştu hemen.
Anlamıştı kimin yazdığını.
“Kızım bu defteri bu şekilde yarışmaya gönderemem ben” demişti .
O ise boynu bükmüştü.
Eğitmeni ona bir kâğıt ve kalem vermişti. “Şiirini buraya geçir” demişti.
O da şiirini bu hiç yazılmamış kâğıda tekrar yazmış ve bir daha eğitmenine teslim etmişti.
Birkaç gün sonra eğitmen okuldan birkaç öğrencisinin şiirini de yanına alarak şehre gitmişti.
Aradan bir ay falan geçmişti. Eğitmen yine gittiği şehirden dönüyordu. Ama bu dönüşü bir farklıydı. Adımları daha hızlı başı daha dikti köy meydanına doğru yürürken.
Herkesin dikkatini çekmişti bu durum.
İlk karşılaştığı köylüye neredeyse sarılacaktı eğitmen.
Onların evine doğru yürüyordu.
Babası yine ağaç yontuyordu.
Eğitmeni kendisine doğru yürürken görünce o da heyecanlandı.
Bıraktı elindekileri öylece dikildi kaldı.
Eğitmen iyice yaklaşmıştı. O ciddi adam, çocuk gibi işaretler yapıp duruyordu.
Yanlarına gelince, “Hele bir ayran” demişti önce. Koşup hemen ayran getirmişti eğitmenine. Eğitmen ona gülümseyerek ayranı aldı ve içti. Rahat bir nefes aldıktan sonra, “Dur gitme!” dedi.
Otur dedi eğitmeni. Oturdu.
Daha sonra ‘‘Al’’ dedi elindeki paketleri uzatarak. Bunlar senin ödüllerin. O ise öylece bakıyordu eğitmene.
“Ne bakıyorsun?” Şiirin ilde birinci olmuş şimdi Ankara’ya gönderiyorlar.
Kalbi dışarı fırlamıştı sanki. Kımıldayamadı ve babasına bakakaldı. Babası şapkasını yere vurdu.
Geldi sarıldı kızına ağlıyordu sessizce. Babasının kendisine yasladığı göğsünün titremelerinden anlıyordu onun da içindeki fırtınaları. O da sıkıca sarılıyordu babasına.
Öylece biraz kaldıktan sonra, baba bu sefer eğitmenin ellerine eğildi. Eğitmen hemen ayağa kalktı. Babayı omuzlarından tutarak doğrulttu. Sonra sadece eliyle omzuna vurdu birkaç defa.
Onun da gözlerinin derinleri ıslaktı.
Yemeğe davet ettiler eğitmeni.
Eğitmen eliyle göğsüne vurarak “Lojmana gitmem gerek” dedi.
Daha sonra şiiri Ankara’da da birinci seçilmişti. Gazetelerde dergilerde yayınlanmıştı.
Yıllar sonra tek ve çok istediği hedefine de ulaşmış, öğretmen de olmuştu.
Yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, onlarca şiir kitabı, roman, tarih kitabı yazmıştı bugüne kadar.
Birçok türkü onun sözlerinden akıyor yüreğimize şimdilerde. Bağlama da çalıyor, resimde yapıyor.
Ben tanıyorum onu.
Hala o yaşıyor.
Bugünlerde iki şey zoruna gidiyor
Birincisi; Vatanına ve milletine ve dahası Ata’sına hakaret edenlerin el üstünde tutulmaya başlanmaları.
İkincisi; Hala bu ülkede okuyabilmek için çırpınan kız çocuklarının var olması.
(Köy kızlarını okulla buluşturan Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyete, tüm öğretmenlere, iki oğlu üniversiteyi kazandığında sadece omuzlarına vurarak ama beş kızının her birinin üniversiteyi kazanması sonrasında köyün ortasında taklalar atarak kutlayan babama, ayrıca kızlarını okutan tüm babalara ve okumak için çırpınan KARDELENLERE ithaf olunur)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.