Papatyayı çok severim
Sinop Cezaevini gezerken çok düşündüm eskiye gittim yüzümü duvara çarpıp gerisin geriye döndüm, bugün oralarda yaşasaydımın yanıtını aradım. Buldum mu acaba? Acımın sancısı sadece beynimde değildi şu anda yaşayan yaşamayan binlerce insan buralarda yılları
“Papatyayı çok severim”
Sinop cezaevinin duvarına vuran dalgaların sesini işitemedim. Ama yüreği sevgiyle yananların yazdığı şiirler, türküler, deyişler bana dalgaların hırçınlığını hissettirdi.
Yaşanılan tarih ve tarihin bıraktığı anıların acısı beton, demir demeden sinmişti Sinop Cezaevinin duvarından ranzasına. Karşımda yarinden ayrılmış bir yiğit vardı, volta atacak dermanı kalmamış sadece dışarıda onu beklediğine inanan yareninin aşkıydı onu ayakta tutan. Bir aksakallı vardı bahçede volta atan onun yaşam nedeni inandığı davanın başarıya ulaşmasını görmekti, karnına inen tekmelerin acını hissetmeden dünyaya gelecek bebesi için yaşayan kadın, “kavgam diyordu, kavgam devam etsin bir gün bu ülkeye barış gelsin” diye ne yazık ki “kavga ediyorum” diyen bir yoldaş vardı. Hayal etmek istersen binlerce hayalin hikayesi çıkardı bu kirli, köhne hapishane duvarlarına anılarla yapışmış kalan. Yanan yüreklerin ateşini söndürecek Karadeniz ve belki de ateşi daha fazla coşturacak sıcaklıkla ranzaları ısıtan yüreğin sancısı.
“Dışarıda deli dalgalar” diye ses veriyordu ama ya yüreğin dalgalanması muhtemel sevgilerden ayrılmış binlerce insanın dört duvar arasında ki avuntusu ne olabilirdi? Nasıl geçerdi bu acımasız dünyalıların koyduğu kurallarla yaşam. Herhalde tek bir şey vardı “kavuşmanın heyecanı”. Kavuşabildiler miydi? Bu koşulların yarattığı ortamlarda insanlar nasıl ayakta kalabilirdi, sadece günlerin geçmesini beklemek ve sonunda ona kavuşacağım duygusu muydu ayaklarını yaşama sağlam basmanın nedeni?
Sinop Cezaevini gezerken çok düşündüm eskiye gittim yüzümü duvara çarpıp gerisin geriye döndüm, bugün oralarda yaşasaydımın yanıtını aradım. Buldum mu acaba? Acımın sancısı sadece beynimde değildi şu anda yaşayan yaşamayan binlerce insan buralarda yıllarını tüketmişti haksız biçimde.
” Gelir duvarları yalar, bizi bu sesler oyalar” bu sesler gerçekten bizleri oyalar mıydı? ne kadar oyalanılırdı, daha sonra bu bir nakarata dönüşmez miydi ve sonunda oyalayan seslerin yerini yüreği dağlayan seslere dönüştürmez miydi bu sesler. Gönül bahçeni hoyratça kullananların yaptığı hasar kadar acımasız mıydı dalganın yüze şamar gibi vuran serinliği.
Ah kim bilir o avluda bir duvarın köşesine büzüşmüş midesinin sancısını bebeğinin karnına vurmasına benzeten kadının kıvranmasına kaç kez şahit olmuştu. Etrafta ki tozun pisliğin dağınıklığın bıraktığı izler dostların terk ettiği zaman hissedilen yalnız kalmışlıktan çok daha mı kötüydü.
Takanın içinde biraz ötede sabahın erken saatinde yola düşen 11’de balığını tutup tavanın içine atan denizcinin mutluluğunu bir günde kendi yaşayabileceğini hayal edebiliyor muydu? Hayaller, hayal kırıklıkları, sevgiler sevgililer, açlık, yetim öksüz olmak hepsi vardı içerde koğuşun demirleri arasında sıkışmış.
Taş duvarların arasında süzülüp gelen çiçeklerdi işte umutlar. Sarı, mor, kırmızı çiçekler. Kurumaya yüz tutmuş veya çok canlı kokan kokmayan hepsi evet hepsi hayatla olan tek bağ idi.
Bir koğuşun ancak el sallayacak kadar küçük, nefes alacak kadar dar, küçücük parmakların üzerinde durunca çok yakınlaşan yırtılmış telli camın arasından güneşe yükselmeye çalışan bir doğa harikasıydı bu. İşte yaşam bağıydı, işte yeni doğmuş bebekti, işte uzamaya çalışan açtığı yoldan güneşe gören bana bakan bu çiçeklerdi yürekteki sevgileri tazeleyen. Aslında çiçekler sadece umudun simgesiydi, yaşıyor olmak, nefes almaktı asıl olan. Acı, sancı, ihanet, yıkımlar, gönül yaraları, soluksuz kalmalar, derin yaralar açan aşklar evet bütün bunları yaşayan çoğu kimse “ bitsin, gitsin bu dünya” diye düşünmüyordu anladım ki soluk almak çok önemliydi. Dönüşü olmayan yollara gitmektense belki de acıyı sindirerek yaşamaktı ve bu sindirilerek yaşanan acıların bıraktığı türkü nameleriydi, fırça darbeleriydi, tenin hasret kalınan kokusuydu, sevilen yemek, giyilen bir renkti bütün bunun adı yaşamdı. ACI YAŞAM ACILARA RAĞMEN NEFES ALMAK, YAŞAMAK GÜZELDİ. İşte buydu bizim kavgamız yaşam kavgası.
Yaşam kavgası için de sevgi içinde lazımdı emek vermek verilen emeğin belki de çok istediğin yere gitmediğini görmek mutsuzluk nedeni idi ama bir gün tel örgüleri yararak içeriye doğru sürüklenerek sızan papatya hem sevgiye verilen emeğin hem de yaşam kavgamın belki de tek umuduydu ve tek beklentisiydi. Düz gelmiyordu papatya da ayni su gibi buluyordu çıkacağı yeri hiç beklenmeyen bir yerden patlıyordu, güneşle ısınıyor, yağmurla sulanıyor ve serpiliyordu soluk benzimize renk katıyordu. Bazen kışın ayazında yanan soba ve üstündeki çaydanlık kadar cazip bazen de gökyüzündeki yıldızlar kadar uzaktı papatya bütün taşların arasından fışkırıyor olsa da.
Adeta geçmişte yaşar gibi eğilip koparmak isterken papatyayı elim kasılıp kaldı bir anlık keyfim için kopardığım papatya binlercesinin umutlarının koparılmasıydı.
Umutlarımız papatya gibi renkli olsun ve beslensin hiç solmasın.18.05.2011
Emel SUNGUR/ ANKARA
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.