Bir Soru Çevresinde Nevzat Bey'e Mektubumdur.
Ordu ile ilgili fikirler üreten, keskin bir gözlemcilikle eleştiriler yönelten, bir anlamda tarihe notlar düşen (ki bu benim çok işime yarıyor) birinden benim beklediğim daha başkadır. Kişilerle ilgili yorumlar yerine, sizden fikirler beklerim. Siz ne düş
Bir Soru Çevresinde Nevzat Bey'e Mektubumdur
26 Nisan 2012, Ankara
Nevzat Bey,
Ordu Olay’daki “İli mi fındıkla özdeşleştirelim yoksa fındığı mı ilimizle?” başlıklı yazıma ilişkin değerlendirmelerinizi dikkatle okudum. Yazınızın başında vurguladığınız gibi, evet, yüz yüze saatler süren sohbetlerimiz olmadı ama birbirine değen iki insan olduğumuzu da biliriz. Şöyle ki; sizin benim her yazdığımı özenle okuduğunuzu bilirim; siz de benim Ordukent’i her gün dikkatle gözden geçirdiğimi bilirsiniz.
Öncelikle, yazınızda belirttiğiniz hakkımdaki emekbilirliğe ve “incitici olmama gayreti”nize teşekkür ederim. Aslolan budur zaten: Her şeyi tartışabilmeliyiz ama konunun çerçevesinden taşmadan ve saygısızlık etmeden.
Olay’daki yazım; hemen belirtmeliyim ki salt Orduspor’la ilgili değildi. Bu bir gerekçe oluşturdu. Söylemek, tartışmak istediğim “Ordu”dur; spor kulübü değil. Dolayısıyla benim sorum hâlâ ortadadır. Bu konuda düşünen, üreten, hayal kuran, çabalayan herkesin bir görüşü vardır ve bu görüşlere ihtiyaç duyuyoruz: Sorum şuydu: İli mi fındıkla özdeşleştirelim yoksa fındığı mı ilimizle?”
Konu Orduspor olunca, soru yeterince dikkat çekmedi sanırım. Oysa, bu konuda görüş alışverişinde bulunmak isterim. Bu kentte düşünen, değer üreten insanların o soruya ne yanıt verdiğini merak etmekteyim. Olay’daki yazımda da belirttim; fındık Ordu için önemli. Salt ekonomik olarak da değil; kültürel olarak da öyle. “Buna kimse itiraz edemez” vurgusunu da eksik etmemiştim ama yetersiz kalmış demek ki!
Fakat ilginçtir; bu kentin son yüz yılını didik didik eden biri olarak, fındık konusunda yüzlerce haberle, demeçle, sempozyumlarda önermelerle karşılaştım. Hepsinde de fındık alanlarının daraltılmasından, alternatif ürünler yetiştirilmesinden, fındığa ekonomik bağlılığın ili yoksullaştırdığından söz ediliyordu. Kimse de itiraz etmiyordu. Hâlâ da öyle. Kivi niye özendiriliyor; arıcılık niye teşvik ediliyor, çiçekçilik, seracılık niçin çoğaltılmaya çalışılıyor; turistik yatırımlar neden arttırılmaya çalışılıyor? Bunların tümüne birden itirazınız mı var değerli dostum? Hiç sanmıyorum itiraz edebileceğinizi; aksine siz de destekliyorsunuzdur haklı olarak. Peki o zaman “Siz neden memuriyeti bırakmıyorsanız, bizde fındığı o nedenle bırakamayız...Çünkü bu topraklar başka şey kabul etmiyor..” diye bana sormanızın nedenini anlayamadım…
Yukarıda sorum ortada duruyor dedim ya; yinelemek isterim: Fındığın yanına menekşeyi, oksijeni, orkideyi koymanın sakıncası nedir? İli sadece fındıkla özdeşleştirmek yerine, fındıkla birlikte antik dönemden bugüne tarihsel değerlerimizi de öne çıkarmanın sakıncası nedir? Geleceğin Ordu’sunda ne, nasıl yer almalıdır? Orduspor üzerinden kentin, ilin cazibesini arttırma çabasının mahsuru mu vardır?
Ordu ile ilgili fikirler üreten, keskin bir gözlemcilikle eleştiriler yönelten, bir anlamda tarihe notlar düşen (ki bu benim çok işime yarıyor) birinden benim beklediğim daha başkadır. Kişilerle ilgili yorumlar yerine, sizden fikirler beklerim. Siz ne düşünüyorsunuz “Ordu’nun geleceği” konusunda? Bir türlü sanayileşemeyen ve sizin de iyi bildiğiniz nedenlerle sanayileşemeyecek de olan tarımsal üretimin yüz yıl sonra bu coğrafyadaki yerini nasıl görüyorsunuz? Bunları konuşabilmeyi isterim.
Sevgili Akata; değerlendirmenizde “Sayın Hocam; siz panellerde yada festivallerde ‘Oğlunuz gibi everip, kızınız gibi sattığınız" temaşa'larınıza laf edilmeyince haklı, ilkeli ve dahi doğru olduğunuzu, kamuoyunda kabul gördüğünüzü mü sanıyorsunuz ?” diye soruyor ve aslında soru içinde bir saptamada bulunuyorsunuz ya; işte zaten bütün mesele bu. Ben de size soruyorum: Şart mıdır? Yani “kabul görmek”, “kamuoyunca haklı bulunmak?” şart mıdır? Siz bir gazeteci olarak, bir entelektüel olarak öyle mi düşünürsünüz? Hiç sanmam. İzlediğim Ordukent’in ve sizin o dürtüyle davranmadığınızı ben örnekler üzerinden biliyorum. O halde “kabul görmek” şartını bana neden hatırlatıyorsunuz? Siz bir yazınızın, bir fikrinizin doğruluğunu kamuoyunun kabul edip etmemesiyle mi ölçüyorsunuz? İkimizin de altına imza atabileceği bir sözü bilirsiniz: “Herkes benim gibi düşünüyorsa yanılıyorum demektir.” Benim de öyle bir kaygım yok: Tersine, işte bakın siz beni eleştirdiniz ve tartışabiliyoruz, ben bunu yeğlerim her zaman. Tersini düşünsem, “o panellerde” herkesin hoşuna gidecek, Orduluların kalbini fethedecek laflar ederdim. Öyle olmadığını, yazılarımda da konuşmalarımda da asla öyle davranmadığımı siz de iyi bilirsiniz, kamuoyu da bilir. Bilmez mi yoksa?
Gelelim öğretmenliğime. Yaşam parantezimin öğretmenlikle açılıp öğretmenlikle kapanmadığını bu kenti dikkatle gözleyen bir gazeteci olarak siz de bilmiyorsanız; pes derim! Bir şeyi daha derim; daha doğrusu hatırlatırım. 6 Nisan 2008’de şöyle yazmıştınız bir konu bağlamında: “ Her yazımda olduğu gibi bir şeyden emin olmadan araştırma yapmadan bu güne kadar tek bir kelime yazmamış bir insan olarak…” Buna şu bilgiyi de iliştirmek isterim: benim Ordu’dan göç ettiğimi kim söyledi size? Bu kentte bir evim var benim ve yılın yarısını burada geçiriyorum ben! Bana sorsanız araştırma yapmanıza bile gerek kalmadan öğrenirdiniz bu basit gerçeği…
Uğurcan Ataoğlu konusunda da birkaç şey söylemeyi isterim. Bilmem, bir gazeteci olarak dikkatinizi çekti mi? Konuya balıklama dalmadım; herkes bir şeyler yazdı, söyledi; sonra Uğurcan yanıt verdi. Ben bütün bunlardan sonra yazdım. Yani Uğurcan’ı savunmak, onun hatırına “çiğ tavuk yemek” gibi bir çabamın olmadığının dikkatinizden kaçmış olmasını doğrusu yadırgadım. Yetişkin ve eli kalem tutan bir insanın benim savunmama ne gereksinmesi olabilir ki? Kaldı ki, Uğurcan’ın bazılarınca “uçuk kaçık” görülen fikirlerinin çoğuna inanıyorum ben. Tabii ki kimse eleştirilemez değil, önerdikleri reddedilemez değil. Yüz yıldır bu kente ilişkin öneriler getirilmiş, tartışılmış, kızılmış, kavga edilmiş, eleştirilmiş, benimsenmiş ya da unutulmuş… Ama sonuçta bir sinerji doğmuş. Zaten böyle olmasa tuhaf karşılamak gerekir. Tek kavram çevresinde hemfikir olmaktan söz ediyorum: Tartışmak! Saygı duymak! Hepsi bu.
Sevgili Akata, yazınızda bana bazı web linkleri önermişsiniz ya; benim o siteleri bilmediğimi mi sanıyorsunuz? O siteleri gün be gün izliyorum; yazılanları okuyorum. Ama belirtmeliyim ki özellikle “solserbest” blogu daha çok ilgimi çekiyor, ne bileyim siyasal cazibe midir nedir… Ordu ile ilgili her site benim ilgi alanımdadır ve mutlaka belirli aralıklarla gözden geçirir, okurum, önemli gördüklerimi, kopyalar ve biriktiririm. Sadece web siteleri mi? Bütün gazeteleri, yayınları, eski belgeleri, devlet arşivlerini…Bir gün kişisel Ordu arşivimi görmenizi dilerim. Siz beni Ankara’da sadece “öğretmenlik” yapıyorum sanıyorsunuz galiba.
Nevzat Bey, yazınızı “Sizi seviyoruz sayın Dizman” diye bitirmişsiniz. Teşekkür ederim. Bunu biliyorum; Orduluların beni sevdiğini bilmekten öte yaşıyorum ve bu benim omuzlarıma büyük sorumluluk yüklüyor. Benim de çok sevdiğim, (gerçi milletvekili sayısındaki azalmada payım olduğunu söylüyorsunuz ama) Ordu’yla ve Ordulularla tahmininizin de ötesinde iç içeliğimin sürdüğünü belirtmekle yetineyim; burada anlatmaktan hicap duyarım çünkü. Az önce belirttiğim o karşılıklı sevginin bana yüklediği sorumlulukladır ki, Ordu’da halen var olan evimde yazı masama oturarak bir şeyler üretmeye çabalıyorum. Bundan da asla geri durmam; sizin için önemli bir ölçü olduğunu üzüntüyle fark ettiğim kamuoyunca “haklı bulunma”, “kabul görme” kaygısı taşımadan yazmaya söylemeye devam ederim. Bunu böyle bilmenizi isterim. Selam, saygı ve sevgilerimle…
İbrahim Dizman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.