İslam Rönesansı’na ihtiyacı var.

İslam Rönesansı’na ihtiyacı var.

Daha açık ifadeyle söylemek gerekirse Müslüman toplumlar yüzlerce yıldır üzerlerine örtü konulan ve çoğunluğun anlamaktan uzaklaştığı Kur’an’ın temel referansları doğrultusunda,akıl ve bilimi rehber edinerek yeni bir İslam Rönesansını gerçekleştirmek zor

 

Müslüman toplumların da insanlığın da yeni bir İslam Rönesansı’na ihtiyacı var.

Tevfik Karabulut
Müslüman toplumların da insanlığın da yeni bir İslam Rönesansı’na ihtiyacı var.
 
              Dünya tarihi bir bakıma medeniyetlerin yükselişlerinin ve düşüşlerinin de tarihidir.Nitekim uzun insanlık tarihi boyunca çok sayıda Medeniyet dönemsel yükselişler ve çöküşler yaşamışlardır. İslam Medeniyeti de tarihi süreçte yükselen ve sonradan düşüşe geçen medeniyetlerden birisidir.
            Bilindiği gibi  610-611 de Mekke’de doğan İslam Güneşi  yüz yıl gibi kısa bir sürede Batı’da Atlas Okyanusu’ndan Doğu’da Çin’e kadar geniş bir coğrafyayı aydınlatmış, dönemin en önemli iki süper gücü olan Doğu Roma (Bizans) ile Sasani’leri (İran’ı) devre dışı bırakmıştı.İslam İnanç ve Düşünce yapısının verdiği müthiş  enerji  geri kalmış Arap toplumlarını ve bilahare Müslüman olan milletleri bir anda dünyanın egemen güçleri haline getirmişti.
         Özellikle Hulefa-i Raşidin (Dört Halife) döneminden sonra başlayan inanç yozlaşmaları,iç ihtilaflar ve bunlara bağlı kardeş kavgalarına rağmen İslam Medeniyeti’nin bu yükselişi uzun süre devam etmişti.
        Bu gün insaf sahibi bütün tarihçiler ve bu arada bilim tarihçileri Hristiyan Batı’nın ekonomik,siyasi,askeri,bilimsel ve kültürel alanda karanlık dönemi yaşadığı,cehaletin,ekonomik geri kalmışlığın ve despotizmin girdabında bunaldığı bu dönemlerde Müslüman Doğu’nun Batı ile mukayese kabul etmez derecede ileri ve güçlü konumda olduğunu itiraf etmektedirler.
 
Moğol İstilası Müslüman Toplumların aldığı ilk ve en büyük dış darbedir.
      Daha önceki  bölümlerde ayrıntılı olarak yazmaya çalıştığımız gibi Müslüman toplumlar esasen kendi içlerinde büyük bir zaaflar ve yanlışlar zincirinin içerisine girmişlerdi.İslam’ın temel değerlerinden  uzaklaşmanın ve dini yozlaştırmanın doğurduğu bu zaaflar ve yanlışlar zinciri hiç kuşkusuz Müslüman toplumları önemli ölçüde sarsmış ve yükselen İslam Medeniyetine  büyük zararlar vermeye başlamıştı.Ama bütün bunlara rağmen Müslüman toplumların ve onların temsil ettiği İslam Medeniyetinin Batı karşısındaki rakipsizliği ve üstünlüğü devam ediyordu.
     Malum Moğol saldırıları ve sonrasında Hilafet merkezi Bağdat’ın düşmesiyle sonuçlanan Moğol İstilası yalnızca Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyaların Moğollarca istilası ile sınırlı etkiler yapmadı.Moğol istilası en büyük etkisini İslam Medeniyet birikimine verdiği zararla gösterdi.Barbar ve cahil Moğol istilacılar Müslüman toplumların İslam Medeniyeti adına o zamana kadar biriktirdiği ne kadar bilimsel ve kültürel birikim varsa onların büyük çoğunluğunu yok etti.Bağdat başta olmak üzere bir çok merkezde bulunan kütüphaneler,bilim ve kültür merkezleri yerle bir edildi.Kitaplar Şattül Arap’a atıldı veya yakıldı.Bu arada içlerinde bilim adamları ve düşünürlerin de bulunduğu yüzbinlerce insan katledildi.Tarihçilerin Şattül Arap günlerce kan ve  mürekkep renginde aktı dediği olay budur.
     Müslüman toplumlar Moğol istilasının etkilerinden uzun süre kurtulamadılar.Bu bakımdandır ki Moğol İstilası, Müslüman toplumların tarihte aldığı ilk ve en büyük dış darbe olma yanında İslam Kültür ve Medeniyetinin de en büyük darbeyi aldığı tarihi olaydır.Ne yazıktır ki İslam Kültür ve Medeniyetinin sahip olduğu bilimsel ve kültürel birikimin önemli bir bölümü bu istila sonucu yok olmuştur.
       Endülüs’ün düşmesi de hiç kuşkusuz İslam Medeniyetinin bilim ve kültür birikimini kaybetmesini sağlayan tarihi olaylardan birisidir.Ama hiç kuşkusuz Moğol istilasının verdiği zarar karşısında Endülüs felaketinin verdiği zarar boyutları itibarıyla küçüktür.
 
Müslüman toplumların yaşadığı en büyük ikinci dış saldırı Haçlı seferleridir.
      Müslüman toplumlar, Doğu’dan gelen Moğol istilasının yıkıcı etkilerini üzerlerinden atamadan bu sefer  Batı’dan gelen Haçlı saldırıları ile ve uzun süre devam eden bu saldırıların yıkıcı etkileri ile karşı karşıya kalmışlardır.
      Kuşkusuz Haçlı Seferleri’nin sebepleri üzerine yazılmış sayısız tarihi değerlendirme bulunmaktadır. Kimine göre zengin Müslüman Doğu’nun zenginliklerini ele geçirmek,kimine göre Süleyman Mabedinin altında bulunduğu varsayılan hazinelere sahip olmak,kimine göre de kutsal toprakları Müslümanların elinden almak arzusu bu seferlerin tetikleyici sebepleridir  veya bunların hepsi birlikte etkili olmuştur.Önemli olan bunlar değildir.Önemli olan husus Haçlı Seferlerinin Müslüman toplumlar üzerinde yaptığı etkiler ve yıkıcı sonuçlar doğurup doğurmadığıdır.      
       Açıkça ifade etmek gerekir ki uzun süren Haçlı seferleri Moğol istilasının yıkıcı sonuçlarını üzerinden henüz tam olarak atamayan  Müslüman toplumların yeniden ayağa kalkma süreçlerini etkilemiş ve önemli ölçüde uzatmıştır.
      Moğol istilası ile merkezi otorite olan Hilafet merkezi Bağdad’ın etkinliğinin yok olması ile zaten Müslüman toplumlar bir nevi Fetret dönemine girmiş ve her bölgede bölgesel devletler veya küçük emirlikler ortaya çıkmıştı.Müslüman toplumların bu küçük parçaları arasında işbirliği bir yana çoğu kez çekişmeler,üstünlük kurma adına ortaya çıkan çatışmalar söz konusuydu.Haçlı seferlerinin yıkıcı sonuçlarından birisi de hiç kuşkusuz bu sürecin bir müddet daha devamına sebep olması ve merkezi toparlanma veya birlikte hareket imkanlarının kullanılamaması olmuştur.Haçlı seferlerinin etkilerinin uzun sürmesinin ve Haçlıların ele geçirdiği Kudüs dahil bazı bölgelerin uzun süre işgalci haçlılardan geri alınamamasının sebeplerinden birisi de zaten Moğol istilası ile meydana gelen ve Haçlı Seferlerinin etkileriyle de devam eden bu dağınıklığın devamı ve güçlü bir merkezi otoritenin olmayışıdır.                       
     Bütün bu olumsuzluklara rağmen uzun bir süreçte de olsa,Kılıçarslan,Selahaddin Eyyubi ve Sultan Baybars gibi kahramanların öncülüğünde Haçlılar püskürtülmüşler ve geldikleri yere geri gönderilmişlerdir.
 
16.cı yüzyıl  Müslüman Toplumların gücünün zirveye çıktığı yüzyıldır.
    Hulefa-i  Raşidin dönemi sonrası Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalarda kurulan Emeviler ve Abbasiler gibi devletler hiç kuşkusuz  Arap –İslam devletlerdi.Merkezi otoriteyi temsil eden yapılar Kureyş Kabilesinin önemli birer kolu olan Ümeyye oğulları ile Haşimoğullarının devamı olan insanlar tarafından oluşturulmuştu.
    Moğol istilası sonrası Abbasi Devleti yıkılınca Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalarda kurulan merkezi veya bölgesel devletlerde veya benzeri yapılarda artık Arap egemen yapılar yerlerini Müslüman diğer milletlerin içinden çıkan yapılara terk ettiler.
        İslam’ın Horasan ve Türkistan topraklarında kısa zamanda yayılıp Türklerin kitleler halinde İslam’ı kabulleri kısa sürede bir başka sonucu karşımıza çıkardı.Müslüman olan Türkler  büyük       kiteler halinde Ortadoğu ve Anadolu topraklarına akın ettiler.Bu coğrafyalara daha önce yerleşmiş bulunan Türk toplulukları ve yerli halklarla kısa sürede iyi ilişkiler kurarak bir yandan yayıldıkları coğrafyalarda bulunan devletlerin iktidarlarını ele geçirdikleri gibi bir yandan da kendileri yeni devletler kurdular.Emeviler döneminin sonları ile Abbasiler döneminin büyük bölümünde Türklerin özellikle Ordu başta olmak üzere devlet yönetimindeki etkilerini bir yana bıraksak bile Selçuklular,Timur Hanlığı,Osmanlılar,Memlükler,Safeviler,Babür Hanlığı gibi devletler tamamen Türk İslam Devletleridir.
       Müslüman toplumların ulaştığı en geniş coğrafya olan 16.yüzyıl siyasal coğrafyası bu sebeple bir bakıma Türk-İslam coğrafyasıdır. Avrupa’nın Viyana’ya kadar  uzanan bölümünü,Tüm Balkanlar,Karadeniz’in kuzeyinde bu günkü Ukrayna topraklarının önemli bir bölümünü,Atlas Okyanusu’ndan başlayan bütün Kuzey Afrika’yı ve Arap Coğrafyasının tamamını,Kafkas coğrafyasının önemli bir bölümünü ve Tebriz yakınlarına kadar Doğu Anadolu topraklarını kontrol altında tutan Osmanlı İmparatorlugu ile Kafkasya’nın diğer bölümü ile İran Coğrafyasını kontrol altında tutan Safeviler,Bu günkü Hindistan-Pakistan ve Afganistan coğrafyası ile Orta Asya(Türkistan)nın önemli bölümünü kontrolünde tutan Babur Hanlığı Türk-İslam devletleriydi ve hakim oldukları coğrafyalar dünyanın en geniş,en zengin ve     en merkezi coğrafyaları idi.Onun içindir ki siyasi tarihçiler 16. cı asrı ifade ederken Müslüman-Türk asrı olarak ifade ederler.Hiç kuşkusuz bu ifadenin salt sebebi Müslüman Türklerin salt geniş coğrafyalarda hükümran olmaları değil,siyasal,ekonomik,askeri , bilimsel ve kültürel açıdan dünyanın en ileri ve en güçlü devletleri olmaları idi.
 
Müslüman toplumlar 16.cı yüzyıldan sonra önce duraklama sonra da gerileme dönemine girdiler.
      Batı’da Rönesans ve Reform Hareketleri ile alenileşen  Katolik kilisesinin akıl ve bilim dişi despotizmine başkaldırı  hareketleri ,Aydınlanma Dönemi olarak ifade edilen ve daha çok 17.ci yüzyıl ve sonrası   döneme damgasını vuran tarihi süreçte Batı, önce Müslüman Doğu’yu yakaladı sonra da geçti. Başta Osmanlı olmak üzere Müslüman Doğu’nun güçlü devletleri kendisini toparlayan ve yükselişe geçen Batı karşısında geriye düştüler.Kendilerini yenileyemedikleri gibi Ekonomik,Bilimsel,Teknolojik ve Sınai alanlarda kendisini geçen Batı’yı yakalama ve geçme  adına ciddi hiçbir çaba gösteremediler. Bu durum doğal olarak askeri alanda da güçsüz konuma düşmelerine sebep oldu ve bu aleyhe değişen güç  dengesi bir müddet sonra Batı’nın Müslüman Doğu başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerine yönelik sömürgeci emelleri ile birleşince Müslüman toplumların büyük çoğunluğu batılı sömürgecilerin işgaline uğradı.Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın dağılışı ile bu durum daha da alenileşti.
      Birinci Dünya Savaşı sonrası,verilen Türk İstiklal Mücadelesi sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti yanında yalnızca İran ve Afganistan gibi iki ülkenin bağımsız Müslüman ülke olarak kalabilmiş olması ,  emperyalist batı yayılmacılığının Müslüman Doğu aleyhine elde ettiği kazanımları ve gelinen noktayı göstermesi bakımından ilginç bir örnektir.Bağımsız kalabilen bu ülkelerin de hangi zorluklarla bu bağımsızlıkları kazandıkları ve korumaya çalıştıkları hususu herkesin bildiği hususlardır.  
   
Osmanlı’nın yıkılışı ile sona eren süreç Müslüman toplumların Moğol istilası ve Haçlı Seferleri sonrası yaşadığı üçüncü felaket sürecidir.
     Önce Babür Hanlığının yıkılması arkasından Safevilerin yaşadığı güç kaybı ve son olarak da Osmanlı’nın yıkılışı Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyaların Batılı Emperyalist yayılmacılar arasında  paylaşılması sonucunu doğurdu.Hindistan Coğrafyası ile Afrika ve  Ortadoğu’nun önemli bir bölümü İngilizlerin,Fas’tan Libya’ya kadar olan Afrika’nın kuzeyi ile Batı Afrika ve Suriye-Lübnan bölgesi gibi bazı Ortadoğu coğrafyaları Fransızların,Libya İtalyanların işgaline uğradı.Balkan milletleri bağımsız birer devlet haline geldiler.Karadeniz’in kuzeyi ile Kafkaslar ve tüm Orta Asya  Ruslar’ın eline geçti.
         Bu işgal ve dağılma süreci Müslüman Toplumların yaşadığı en büyük trajedilerden birisidir.ABD’li tarihçi Justin Mc Carthy’nin ifadesiyle 1822-1922 döneminde Sadece Osmanlı coğrafyası ve Osmanlı Hinterland’ında muhacir duruma düşen Müslüman (Türk ve diğer Osmanlı tebası Müslüman) sayısı yaklaşık 5 milyon’dan fazladır.Bir o kadar insan da (Türk ve diğer Müslüman Osmanlı tebası) savaş ve muhacerat şartlarında ölmüş veya öldürülmüşlerdir.
        Özellikle 2.Dünya sonrası başlayan dönemde Müslüman toplumların büyük çoğunluğu kontrollü de olsa bağımsızlıklarını birer birer kazanmaya başlamışlardır.Bu gün dünyada 56 bağımsız Müslüman ülke bulunmaktadır.
 
BOP Müslüman Toplumlara yönelik yeni küresel emperyalist saldırının adıdır.
       1990 sonrası küresel emperyalistler tarafından Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalara yönelik yeni bir saldırı başlatılmıştır.
       Sovyetlerin dağılması ve iki kutuplu dünya döneminin bitmesi ,Müslüman toplumları ve onların yaşadığı coğrafyaları küresel emperyalistlerin yeni  hedefleri haline getirmiştir. Müslüman toplumlar bu sefer ABD ve müttefikleri merkezli  yeni küresel emperyalistlerin yoğun ve tahrip edici bir saldırısı ile karşı karşıyadırlar.
         Bu yeni saldırı topyekündür.Yalnızca askeri değil aynı zamanda kültürel,ekonomik,siyasi, hatta dini ve ahlaki yönleri olan güçlü bir saldırılar dalgası ile karşı karşıyayız.Fas’tan Çin’e kadar olan geniş Müslüman coğrafyaya yönelik bu küresel emperyalist saldırı ile ;
         -Müslüman toplumlar uzun süre ayağa kalkamayacak hale getirilmek yani iyice güçsüzleştirilmek ve küresel egemenlere tabi hale getirilmek istenmektedir.
         -Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalarda bulunan dünyanın  en önemli enerji kaynakları tamamen ele geçirilmek istenmektedir. 
        -Ve en önemlisi dünyayı tek merkezden idare etme adına hayalini kurdukları Dünya İmparatorluğu (onların deyimiyle Evrensel Homojen Devlet veya Pax Americana ) önünde engel gördükleri İslam’ı etkisizleştirerek devre dışı bırakmak istemektedirler.
         İslam İnanç ve düşünce yapısını dönüştürerek temel iddialarından vazgeçmiş ve küresel emperyalistlerin hedeflerine engel olamayacak hale getirilmiş bir İslam hayali olan Ilımlı İslam projelerinin de bu projenin alt versiyonları olan Dinler Arası Diyalog veya Medeniyetler Arası İttifak projelerinin de ana gayesi esasen budur.
        “Bu gidişle uzun vadede galiba Muhammed kazanacak” öngörüsünde bulunan S.P.Hundington’un ve benzerlerinin uyarılarını küresel emperyalistler herhalde iyi dikkate almışlar ki İslam dünyasının her yanı bu gün kan,gözyaşı ve acı fışkırmaktadır.
         İşin en acı tarafı ise şudur.Müslüman toplumlar kendi akılsızlıkları ve küresel fitnelerle içine düştükleri bu elim durumdan kurtulmanın yollarını,akıl,bilim ve İslam’ın referansları ile aramak yerine küresel saldırganlardan medet ummakta,onları daha fazla içlerine ve işlerine müdahil olmaya çağırmakta ve daha fazla batağa saplanmaktadırlar.
 
Bu son küresel saldırı,etkileri ve sonuçları itibarıyla Moğolların ve Haçlıların saldırılarından daha elim ve daha yıkıcıdır.
      Evet Moğol saldırıları da Haçlı seferleri  de hatta Osmanlı’nın yıkılışı sürecinde meydana gelenler de İslam Dünyasına büyük zararlar vermişlerdi.Ama üzülerek ifade etmek gerekir ki,topyekün savaşın bütün özelliklerini gösteren haliyle ve gerek mevcut gerekse muhtemel sonuçlarıyla  bu günkü küresel Emperyalist saldırılar Moğol saldırılarına da geçmişteki Haçlı Seferlerine de rahmet okutacak  gibi gözükmektedir.
 
Çare vardır ve çare elimizdedir. Çare Yeni bir İslam Rönesansıdır.      
Müslüman toplumların bu elim durumdan kurtulmalarının çaresi vardır ve bu çare onların ellerindedir.Kur’an’la insanlığa sunulan ama bırakın insanlığı, bizzat müslümanların bile bu gün anlamaktan ve ona göre davranmaktan uzak durduğu gerçek İslam,bu gün Müslüman toplumları da dünya insanlığını da huzura ve doğal olarak barışa ulaştıracak yegane çaredir. Açıkça ifade etmek gerekirse bu gün dünya her zamandan daha fazla İslam’ın tüm insanlığa barışı ve huzur içinde yaşamayı vaad eden evrensel mesajlarına muhtaçtır.
      Bunun için yapılacak ilk iş,akıl,bilim ve samimi inancın rehberliğinde İslam’ı yeniden ve doğru şekilde anlamaya çalışmaktır.Kur’an’ın ve İslam’ın gerçek mesajlarının önce onlara inandıklarını söyleyenlerle sonra da bütün insanlıkla buluşmasını sağlamaktır.
    Daha açık ifadeyle söylemek gerekirse Müslüman toplumlar yüzlerce yıldır üzerlerine örtü konulan ve çoğunluğun anlamaktan uzaklaştığı Kur’an’ın temel referansları doğrultusunda,akıl ve bilimi  rehber edinerek yeni bir İslam Rönesansını gerçekleştirmek zorundadırlar.
    Müslüman toplumların öncelikle aydınları başta olmak üzere aklı eren her bireyinin Müslümanlara da insanlığa da böyle bir borçları vardır.
    Bu mümkündür.Zira Kur’an ortadadır.Bu mümkündür zira Kur’an’ın ortaya koyduğu temel evrensel değerler insanlığın büyük çoğunluğunun hayır diyemeyeceği ve koşarak itirazsız kucaklayacağı değerlerdir.
    Bu mümkündür zira,insanı insan olduğu için değerli saymayan ve ona saygı göstermeyen şahıs,sistem ve sermaye diktatörlüklerinin kıskacında bunalan insanlığın tek çıkış yolu,yalnız Allah’a kulluğu öne çıkararak kendisine geniş bir hürriyet alanı tanıyan,her şeyin aslında insan için ve insanın mutluluğu için olduğunu söyleyen,bütün insanları Allah’ın yarattığı eşit ve saygıdeğer varlıklar olarak gören ve barışı kendisine isim olarak (İslam barış demektir) verecek kadar dünya barışını öne çıkaran İslam İnanç ve düşünce yapısı aslında insanlığın özlemidir.
 
Yazının Tamamı için linki tıklayınız
     TEVFİK KARABULUT / Anahaberyorum

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.