MİTHAT BAŞ:YUNUS EMRE
MİTHAT BAŞ:YUNUS EMRE Yunus Emrenin hayatı ile ilgili bilgiler son derece sınırlıdır. Bu konuda bilgi ve belgeler de yok denecek kadar azdır. Ölümünden yetmiş yıl sonra derlenen ve bir divanı oluşturan şiirlerinden edinilen bilgilere göre 13. Yüzyılın i
YUNUS EMRE
Yunus Emre’nin hayatı ile ilgili bilgiler son derece sınırlıdır. Bu konuda bilgi ve belgeler de yok denecek kadar azdır. Ölümünden yetmiş yıl sonra derlenen ve bir divanı oluşturan şiirlerinden edinilen bilgilere göre 13. Yüzyılın ikinci yarısı ile 14. Yüzyılın ilk çeyreği arasında yaşadığı kesindir.
Son araştırmalarla Yunus Emre’nin 1241-1320 yılları arasında yaşadığı sonucuna varılmıştır.
Anadolu’nun Türkleşmesinde günümüz Türkçesini 13. yüzyılda en güzel şekilde kullanan ve Türk şiirinin kurucusu sayılan Yunus Emre’nin ayrı bir yeri vardır. Onun ve onun yolunu izleyenlerin sayesindedir ki Türkçemiz, Osmanlı döneminde moda haline gelen Arap ve Fars dillerinin etkisine rağmen günümüze kadar en güzel şiir, deyim ve atasözlerini koruyabilmiştir.
Şiirlerinin daha çok halk toplulukları tarafından benimsenmesi, tekkelerde, köy kahvelerinde, daha sonra mevlitlerde besteyle okunması, hayatının bir masal havasına bürünmesine yol açtı. Orta Anadolu’nun birçok yerinde Yunus Emre adına mezarlar, makamlar yapıldı. Çağların akışı içinde değişik çevrelerin duygularını, düşüncelerini yansıtan, halkın sevgilisi bir ozan oldu. Kişiliği çevresinde birtakım masallar oluştu, kendisine halk tarafından kutsal bir nitelik verildi.
Bektaşi velâyetnamesine göre, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifelerinden olan Tapduk Emre’nin dervişidir. Tapduk Emre Barak Babanın, Barak Baba da Sarı Saltuk’un dervişi olarak gösterildiğine göre, tarikat zinciri geriye doğru giderek Moğol saldırıları sırasında Anadolu’ya gelen ve Türkmenler tarafından benimsenen Alp Erenlere kadar varır.
Bu koca Türkmen’i daha yakından tanımak için şu halk masalına bir göz atalım: “Yunus Emre bir Orta Anadolu köylüsüymüş. Sivrihisar’ın Sarıköy’ünde otururmuş. Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsüdür Yunus Emre. Hiçbir devletten yardım görmek şöyle dursun, bütün beylerin ve devletlerin soymaya alışık olduğu Anadolu köylüsü. Bu köylü Yunus, günün birinde tohumsuz kalır. Dağdan alıç ve yabani elma toplayarak eşeğine yükler ve karşılığında biraz tohumluk buğday aramaya çıkar. Yolu Hacı Bektaş tekkesine düşer. Bu tekkede Türkmenlerin dili konuşulmakta, onların sazı çalınmaktadır. Kendine yakın hisseder burayı Yunus. Alıçlarına karşılık tohumluk buğday ister. Hacı Bektaş soruyor kendisine: Buğday yerine nefes verse olmaz mı diye. Yunus, ille de buğday istiyor. Hacı Baktaş, her alıca karşılık bir nefes verelim diyor. Yunus buğday diye dayatıyor. Bunun üzerine Hacı Bektaş fakir Yunus’a götürebileceği kadar buğday verdiriyor. Sevine sevine toprağına dönerken yolda bir düşüncedir alıyor Yunus’u. Herhalde diyor kendi kendine, bu insan bir büyük insan olmasa buğday vermezdi bana. Bir çuval buğday, böyle bir insandan daha mı değerli benim için? Anlıyor ne çiğlik ettiğini, dönüyor geriye. Alın buğdayı geriye, ben nefes istiyorum diyor. Hacı Bektaş onu Tapduk Emre’nin tekkesine gönderiyor.
Yunus Emre, Tapduk’a başvuruyor. İlk Bektaşi tekkeleri, bir çeşit iş okulu gibidir. Herkes bir iş görür orada. Kimi toprakta, kimi işlikte çalışır, kimi duvar örer, kimi aş pişirir. Yunus’a da odun taşıma işi verilmiştir. Kırk yıl sırtında odun taşımış Yunus tekkesinin ocağına. Hem ahlıya pufluya değil, özene bezene. Her getirdiği odun dosdoğruymuş. Neden diye soranlara, bu tekkeye odunun bile eğrisi giremez dermiş Yunus.
Tapduk saz çalarmış. Yunus, kendinden geçercesine onu dinlermiş. Uzun süre tekkeye hizmet ettikten sonra, sonunda bıkmış ve kaçmış. Yolda erenlerden yedi kişiye rastlamış, yoldaş olmuş onlara. Her akşam, erenlerden biri içinden geçirdiği bir insan adına Tanrıya dua ediyor, hemen bir sofra geliyormuş ortaya. Sıra Yunus’a geldiği zaman, o da dua etmiş: Yarabbi, demiş, bunlar hangi kulun adına dua ediyorlarsa ben de onun adına yalvarıyorum sana, utandırma beni. O akşam iki sofra birden gelmiş. Erenler şaşırıp kimin adına dua ettiğini soruyorlar Yunus’a. O da siz söyleyin önce diyor. Erenler, Tapduk’un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına diyorlar. Yunus bunu duyar duymaz hiçbir şey söylemeden tekrar dönüyor tekkeye. Şeyhin karısı anabacıya sığınıyor. Anabacı diyor ki Yunus’a: Yarın sabah tekkenin eşiğine yat. Tapduk abdest almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır. Gözleri iyi görmediği için bana bu eşikte yatan kim diye sorar. Yunus derim ben de. Hangi Yunus? derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, başının çaresine bak. Ama bizim Yunus mu? derse anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına, bağışla suçumu de ona. Yunus anabacının dediğini yapmış, kapının eşiğine yatmış ertesi sabah. Tapduk: Kim bu adam? Diye sorunca, Yunus diyor anabacı. Bizim Yunus mu? diyor Tapduk. “( S.Eyüboğlu)
Yunus, ağlamış olmalı o zaman sevincinden.
Bir masal, iki insan arasındaki bağlılığı, ayrılıp kavuşmanın tadını bu kadar güzel anlatabilir. Yalnız Yunus Emre ile Tapduk arasında değil, bütün Anadolu’nun tekkelerinde kimi zaman iyiden, kimi zaman kötüden yana giden insan yürekleri arasındaki bağlılığı görüyoruz bu masalda. Gözleri görmez olmuş bir insanın, en güvendiği dostun, kendisini bırakıp gitmiş olduğu bir insanın bir sabah bizim Yunus mu? derken duyabileceği ve bağışlanmaya can atan bir suçluyu doyurabileceği sevinci düşünün. İnsanlık dediğimiz şey bu “bizim” sözcüğünün içindedir.
Yunus, tekrar giriyor Tapduk’un tekkesine. Yıllar yılı ağızsız dilsiz hizmet ettikten sonra, günlerden bir gün Tapduk’un sofrasında bir güzel sohbet açılıyor. Tapduk, sevinçli coşkundur o gün. Yanındaki şairlerden birine: “Bize güzel bir şeyler söyle” diyor. Şairin dili tutuluyor ogün hiçbir şey bulup söyleyemiyor. Tapduk oduncu Yunus’a dönüp: Haydi sen söyle, Hacı Bektaş’ın sözü yerine geldi. Kilidin açıldı artık. Yunus, birden başlıyor içinde birikenleri söylemeye. Türkmenlerin diliyle, yüzyılların ötesine ulaşan o eşsiz dizeler dökülmeye başlıyor Yunus Emre’nin ağzından:
“Tapduğun tapusunda
Kul olduk kapısında
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah.
Yunus, insanlığa insanlık dersi veriyor yüzyıllar öncesinden:
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz.”
Yunus bir sevgi insanıdır. Ona göre sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan cevherdir.
"Ben gelmedim dava için
Benim işim sevgi için
Dostun eli gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.” dörtlüğünden onun hayat felsefesini bulmak mümkündür.
Öleceğine yakın da söyleyecek sözleri vardır:
Aranızdan gider olduk,
Kalanlara selam olsun.
Değerimiz bilmez idik
Bilenlere selam olsun.
Anadolu Türkmenleri, Yunus’u, başkentin, sarayların, okumuşların gözdesi Mevlana ile karşılaştırmışlar, kendi dilleriyle konuşan Yunus Emre’yi onunla boy ölçtürmekten çekinmemişlerdir. Mevlana’ya şunu söyletirler Yunus Emre için: “Manevi konakların hangisine vardıysam bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim.”
Yine Türkmenler Yunus’a şunu da söyletmişlerdir Mevlana’ya bir buluşmalarında: “Mesneviyi çok uzun yazmışsın. Ben olsam şu söze sığdırırdım hepsini: Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
Aslında Türkmenlerin alaycı tavırlarıdır bu Mevlana için.
İrene Melikoff, Yunus Emre ile Hacı Bektaş-ı Veli arasındaki ilişkileri inceliyor ve gerek Yunus’un gerek manevi üstadı Tapduk Emre’nin, gerek onunla ilişkisi olan Hacı Bektaş’ın, aynı manevi ortamdan olduklarını söylüyor. Ancak, Bektaşi-Alevi denen halk tasavvuf edebiyatı (Kaygusuz Abdal, Şah Hayati, Pir Sultan Abdal, Aşık Virani, Kul Himmet v.b.) üzerinde Yunus’un su götürmez etkisine karşın, bu edebiyatın belirgin ögelerini “manevi biçimlerini” Yunus’ta bulamadığını anlatıyor.
İrene Melikoff, Yunus Emre’nin eserlerinin Hacı Bektaş’ı anlamak için de bir kaynak olacağı düşüncesinden hareket ediyor. Hacı Bektaş’ın, kardeşinin, Yunus Emre’nin Babai’lerin ortamından olduğunu ileri sürerek, “Hacı Bektaş, Türkmen babalarındandı. Türkmen babaları da henüz epeyce ilksel bir İslamlık örtüsü altında, köylerdeki Türk halkının erişebileceği bir öğretiyi salık veriyorlardı. Bu öğreti de belki, Eski Türklerin toplumsal ve dinsel uygulamaları. Adı Hacı Bektaş’a bağlı gelenekte beliren, Orta Asya’nın büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevi tarafından etkilenmiş bir tasavvuf sistemiyle birleşmiştir” diyor.
Yunus Emre için İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun tespitleri de şöyle: “... Sanat eseri yaratıcı mıdır? Yoksa bir uyandırıcı mıdır? Sanat eserinin yaratıcı olarak değil, uyandırıcı olarak anlaşılması ve tanınması gerekir. Yunus Emre’nin bütün şiirleri, Türk’te olmayanı Türk’e aşılamış değil, Türk’te Türk olanı, Türk’e bildirmiştir. Eğer Türk’te Türk sanat vicdanı diyebileceğimiz bir estetik benlik olmasaydı, Yunus onu yoktan var edemezdi.
Görülüyor işte, dil yalnız aklın, mantığın kavrayabileceği morfolojik bir varlık değildir. Dilde akıl gözüyle görülebilecek katı varlıklar olmakla birlikte, yalnız gönül gözüyle sezebilecek canlı varlıklar da vardır. Yunus Emre’nin din anlayışı Türk’ünki, kullandığı dil Türk’ünki, yaydığı sanat değerleri Türk’ünkidir. Yunus’u Yunus yapanlar, bu değerleri tanıma olurluğunu kazandıranlardır.”
Louis Bazin, Yunus Emre ve dil sorununu çok güzel ele alıyor. Yunus’un şiirlerinden bugün hem Türk edebiyat dilini zenginleştirmek, hem de yabancı sözcüklere yeni karşılıklar bulmak için geniş ölçüde yaralanabileceğimizi belirtiyor.
Bazin, Yunus Emre’nin aydın kişiliğinin 13. Yüzyıl ortalarında, Anadolu tam bir siyasi ve kültürel bunalım içindeyken oluştuğunu, Fars kültürünün etkisindeki Selçuklu Devleti batarken, Moğolların Arap ve Fars kültürlerinin birer merkezi haline gelmiş kentleri de yıktığını anlatıyor:
“... Bu devirde, Türk Milletinin tabiatında gömülü enerjinin dirildiğine tanık oluyoruz. Gerçekten yabancı istilasıyla yüzyüze gelen ve devlet teşkilatının da, kısmen Selçuk İranı’ndan aktarılmış kültür sisteminin de yıkılmakta olduğunu gören, kentlerde, köylerde, hisarlarda sakin Türk halk toplumları ile yarı göçebe çobanlar -ki ortak dilleri Oğuzcanın yanında birbirleriyle paylaştıkları belirli ulusal gelenekleri ile dervişlere borçlu oldukları esaslı bir din anlayışları vardı- yavaş yavaş başlı başına hem de çoğunluğu teşkil eden bir etnik grup olduklarının farkına varmışlardı. Bunun sonucu olarak, kimliklerini ve kendilerine özgü düşünceleri kendi dillerinde ifade etmek ihtiyacı onlarda, o zamana kadar olduğundan da fazla kendini duyurmaya başladı.
Yunus Emre’nin dil bilim dehası, kullandığı sözcük ve terimlerin türsel şekilde Türk oluşunda kendini gösterir. Bir Türkmen çocuğu olan Yunus, Anadolu’yu yer yer dolaşmış ve kırlardaki, kentlerdeki insanların konuşmalarına kulak misafiri olmuştu. Bu sayededir ki o, zanaatçının, küçük esnafın, köylünün, çobanın ve özellikle gezici dervişlerin kullandığı, dolambaçsız, canlı ve renkli dile tamamen sahip olmuştur. Tükenmez Türk folklor hazinesinin kaynağı, işte, somut bir duyarlılığı olan, üstelik nükteci bir yönü de bulunan bu dildir.”
Yunus Emre’nin o eşsiz eserleri, onun kadar Türkmenlerin yüreğini ve özlemini de anlatıyor. O kadar büyük bir özlem ki bu, yüz yıllar sürecek bir etki meydana getiriyor Türk kültüründe. Yunus Emre, hem Türk halk şiirini, hem de tekke şiirini etkilemiş, bundan dolayı da kendini“Türk” kabul eden ve fakat değişik inanç ve inanç yorumlarına sahip herkes tarafından kabullenilmiştir.
Türk halk şiiri üzerindeki etkisi, dini inançlar bakımından ve âşıklık geleneğini sürdürmesi bakımından önemlidir. Halk edebiyatında daha çok “Âşık Yunus”, “Yunus Emre” ve “Derviş Yunus” diye anılması, âşık türünü konu edinip işleyen halk şiirlerini etkilemesindendir.
Onun şiirleri, halk şairlerinin tarikat geleneklerini sürdüren ozanların üstünde de etkili oldu. Özellikle Alevi-Bektaşi tekkelerinde Yunus Emre’nin şiirleri belirli makamlarla ve topluca okunur ve törenlerde söylenir. Bektaşilerce “yedi ulu”dan biri sayılır. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Emrah ve Âşık Veysel, ondan etkilenen ünlü ozanlarımızdan sadece bazılarıdır.
Bunların dışında kalan ve yalnızca âşık geleneğini sürdüren Karacaoğlan bile, yüz yıllar sonra Yunus Emre’den etkilenmiştir.
Yunus Emre’den etkilenen Türkmenler; Nasreddin Hoca ile gülmüş, Bayburtlu Zihni ile ağlamış, Pir Sultan Abdal ile türkülerde buluşmuş, Erzurumlu Emrah ile sevmiş, Köroğlu ile isyan etmiş, Dadaloğlu ile kükremiş, Karacaoğlan ile aşk ve sevgiyi tatmıştır. O aynı zamanda muhteşem bir halk edebiyatı doğmasının da öncülerindendir.
O, Türkmenlerin ortak kimliği, ortak kültürlerinin temsilcisidir.
Yunus Emre, Anadolu’nun Türkleşmesinde rol oynamış, Türk kültürünün Anadolu’da kökleşmesine öncülük etmiş en büyük “silahsız fatihlerden birisidir
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.