Doç. Dr. Birol ERTAN
TÜRKİYEYİ KUŞATAN GÜÇLER 9
Uluslararası Strateji ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi (USGAM) için kaleme aldığım “Türkiye’yi Kuşatan Güçler” dizi yazılarının sonuncusunu okuyorsunuz. Bu yazı dizisinin amacı, akademik bir çalışma yapmaktan çok, Türk dış politikasının yeni dönemde dayanması gereken temel ilkelerin (misyon, vizyon ve politikalar) belirlenmesi amacıyla yeni bir strateji geliştirilmesine duyulan ihtiyacı ortaya koymak ve bu yeni stratejiyi geliştirenlere yardımcı olabilmektir. Bu nedenle, dizinin ilk sekiz makalesinde yaptığımız ülke incelemelerini dikkate alarak, bu son makale ile genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
İlk olarak, Türk Dış Politikasının yeni bir “stratejik vizyon”a sahip olması, yeni politikalarla kendini yenilemesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Elbette bu, söylem düzeyinin ötesine geçmeli ve yabancı istihbarat örgütü mensuplarının çizdiği stratejilerin tekrarından ibaret olmamalıdır. Muhakkaktır ki, dünyada siyasi öngörüler yapan önemli stratejistlerin görüşlerini bilmek ve onlardan yararlanmak gerekir. Ancak sonunda, ülke, bölge ve dünya gerçeklerine uygun milli bir dış politika stratejisinin çizilmesi gerekir.
Önceki makalelerde açıklandığım gibi Türkiye, gerek bölgede ve gerekse de küresel güçler tarafından çok taraflı bir kuşatma altına alınmıştır. Bölgemizin Avrasya coğrafyası olması, Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında bulunması, enerji bölgelerine yakınlığı ve bu bölgelerin güvenliği için yaşamsal bir önemde bulunması, Avrupa’ya enerji geçiş noktalarından birisine dönüşmesi, Karadeniz ve Akdeniz’e komşu bir ülke konumunda bulunması gerçeği İmparatorluk mirasından gelen dostluk ve düşmanlık ilişkileriyle de birleşince karşımıza çıkan şudur : Türkiye, dünyanın önemli jeo-politik merkezlerinden birisinde bulunan çok önemli bir ülkedir.
Böylesine önemli bir coğrafyada büyük ölçüde genç nüfusuyla öne çıkan Türkiye’nin, bölgesindeki ülkelerin olduğu kadar, küresel güçlerin de ilgisini çekmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, Türkiye içinde bir iktidar kavgası yaşandığı kadar, Türkiye dışında da Türkiye üzerinde kavgalar yaşandığı bir gerçektir. Bu kapsamda, birçok ülkenin Türkiye üzerine stratejiler ve planlar geliştirmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fransa’nın AB sürecinde kontrolü kaybetme tehlikesi ve Almanya’nın içinde yaşayan 2 milyonu aşkın Türk nüfustan da kaynaklanan kaygıları, Türkiye’nin genç nüfusu ve bölgede ittifak yaptığı güç denklemleri ile kesişince, bu ülkelerin Türkiye korkusu yaşaması çok doğal karşılanmalıdır. Büyüyen ekonomisi ve hızla artan genç nüfusuyla AB kapısına dayanan Türkiye, bu iki ülkeyi korkutmaya devam edecektir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra tek kutuplu görünen dünyada ABD karşısında öne çıkan Rusya ve Çin’in, rakip gördüğü küresel güçlerle işbirliği içindeki bir Türkiye konusunda politikalar üretmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Diğer yandan, ABD ve İngiltere, Türkiye ile haddinden fazla yakınlaşmış ilişkilerini korumak ve daha da ileriye götürerek Türkiye’ye kendi politikalarının uygulayıcısı rolü vermek için planlar yapmaktan geri duymayacaklardır.
İsrail gibi bölgede ve dünyada istikrarsızlık kaynağı olan bir ülkenin, bölgede yükselen ve güçlenen bir Türkiye istememesi de kendi çıkarları açısından sürpriz karşılanmamalıdır. Diğer yandan, Türkiye’nin yanı başında mezhebe dayalı bir din devleti olarak rejim ihracı yapmaya çalışan anti-demokratik bir İran, nükleer güç sahibi olma sürecinde Türkiye için tehdit olarak algılanmak durumundadır.
Bütün bu genel çerçeve içinde, Türk Dış Politikası nasıl şekillendirilmelidir? Bir kişinin çıkıp “ben yaptım oldu” mantığıyla dış politikayı biçimlendirmesi söz konusu olabilir mi? Eğer dünya, bölge ve ülke gerçeklerinden kopuk gayrı milli bir dış politika izlerseniz, Türkiye’yi yalnızlaştırmakla kalmaz, yükselme ve güçlenme potansiyelini de harcamış olursunuz.
Dünyada olup bitenleri, küresel ve bölgesel güç mücadelelerini görmeden ve anlayamadan Türkiye’nin dış politikada atması gereken adımlar konusunda sağlıklı politikalar üretmek ve stratejik hedefleri başarmak olanaksızdır. Küresel ve bölgesel planlar ve gerginliklerin ülkelerin iç politikalarını bile etkilediği günümüzde, dünyada ve çevremizde olup bitenlere gözlerimizi kapayamayız. Doğru politikalar üretmek için yalnızca bugünü ve geçmişi değil, gelecek hakkındaki öngörüleri de dikkate almamız kaçınılmazdır. Böyle olunca, karşımıza siyasi stratejistler çıkar ki, bu konunun derinliklerine indikçe olayların arka planındaki nedenleri öğrenmek çok daha kolaylaşır.
Siyasi Stratejilerin Önemi
Küresel güç dengeleri ve güçlü ülkelerin dış politika stratejileri ve geleceğe dönük öngörüleri konusunda, farklı düşüncelere sahip olsam bile, dikkate aldığım birkaç yabancı isim bulunmaktadır. Bunlardan başlıcaları; Zbigniew Brzezinski, Graham Fuller, George Friedman, Alexandr Dugin ve Dmitry Orlov’dur. Elbette, çok daha önemli ve düşüncelerime daha yakın dünyaca ünlü stratejistler bulunuyor, ancak bu isimlerin öngörülerini önemsiyor ve bazılarını okuyucuyla paylaşmak istiyorum.
Çok sayıda eseri bulunan Polonya kökenli Amerikalı siyaset bilimci ve stratejist Brzezinski’nin düşünceleri ve yeni görüşlerinin dikkate alınması gerektiğini düşünenlerdenim. Özellikle ABD’nin dünya ve özellikle bölgemize yönelik politikalarını anlamak için Zbigniew Brzezinski’nin değerlendirmelerine ihtiyaç vardır. Son kitabı “Stratejik Vizyon”da ABD’nin küresel cazibesinin azalmasını ve ABD sonrası bir dünyanın durumunu sorgulayan ve yükselen Çin üzerine çarpıcı değerlendirmeler yapan Brzezinski, daha önceki kitabı “Büyük Satranç Tahtası”nda, Türkiye üzerine önemli değerlendirmeler yapmıştı. Zbigniew Brzezinski’ye göre, bugün Avrasya Balkanlarında süren mücadele, üç komşu ülke arasında geçmektedir: Rusya, Türkiye ve İran (Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2005, sy.190). Brzezinski, Türkiye’nin AB sürecinde desteklenmesi gerektiğine inananlardan birisidir ve Türkiye’nin Avrupa yolunda ilerlemeye devam etmesi durumunda, Kafkas devletlerinin de Avrupa yörüngesine yöneleceğini düşünmektedir. Ayrıca Brzezinski, istikrarlı ve bağımsız Güney Kafkasya ve Orta Asya’yı desteklemek için Türkiye’nin desteklenmesi gerektiğini ileri sürmektedir (Brzezinski, sy. 278). Brzezinski’nin Türkiye, bölgemiz ve dünyanın geleceği konusundaki öngörüleri ve ABD politikalarına yönelik eleştiri ve değerlendirmelerinin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.
CIA Türkiye Masası eski şefi olan Orta Doğu uzmanı Graham Fuller’in Türkiye hakkında bir dizi kitabı yayımlanmış ve bunlardan bazıları Türkçeye çevrilmiştir. Graham Fuller’ göre, “Yükselen Bölgesel Aktör: Yeni Türkiye Cumhuriyeti” isimli kitabında, son yirmi yıldır Türkiye’de son derece önemli değişiklikler olmakta ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası politikadaki rolünü tanımlamaya devam ederken ufukta daha fazla değişiklikler belirdiğinden kimsenin kuşkusu yoktur (Graham Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör : Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, sy. 9). Bu değerlendirmesiyle Fuller, Türkiye’ye önümüzdeki dönemde bölgesel çatışmalarda daha fazla rol biçildiğinin açık bir öngörüsünü yapmaktadır.
Graham Fuller’in kitabındaki bir başka değerlendirme ise şudur : “Eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye, artık tarihe karışmıştır.” Graham Fuller’in bu değerlendirmesini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ile ABD’nin küresel ve bölgesel çıkarlarının çatışmasının kabulü olarak yorumlayabiliriz. Ülkemizde bazı kesimler, Fuller’in düşüncelerini allayıp pullayarak yeni teoriler gibi önümüze sunarak prim yapmaktadırlar.
“Gelecek Yüz Yıl” kitabının yazarı ve Stratfor adlı CIA güdümlü stratejik danışmanlık şirketinin kurucusu olan Macar kökenli George Friedman, yeni kitabında Türkiye’nin Balkan coğrafyası, Kafkasya ve Ortadoğu gibi kriz halindeki bir bölgenin ortasında bir istikrar platformu olduğunu ve Türkiye’nin ekonomik ve askeri gücü arttıkça bölgesindeki etkisinin artacağını” ileri sürmektedir. Friedman, Gelecek 100 Yıl “21. Yüzyıl İçin Öngörüler” kitabında, “21. yüzyılda ihtiyarlaşan Avrupa’nın bugün elinin tersiyle ittiği Türkiye’nin genç nüfusuna ileriki günlerde çok ihtiyaç duyacağını ileri sürmektedir. “Önümüzdeki dönemde eğer AB yok olmazsa”, AB üyeliği, Türkiye’ye altın tepside sunulacaktır diyen Friedman, ABD’nin de Meksika’nın genç nüfusuna ihtiyacı olacağını savunmaktadır.
“Moskova-Ankara Ekseni: Avrasya Hareketi’nin Temel Görüşleri” isimli eserinde Aleksandr Dugin, Klasik Avrasyacılık ile Yeni Avrasyacılığı ayırmakta ve Türkiye solunun milli fikrinin Ortak Avrasyacılık olduğunu ileri sürmektedir (Aleksandr Dugin, Moskova-Ankara Ekseni : Avrasya Hareketi’nin Temel Görüşleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007, sy. 128). Avrasyacılığın stratejik entegrasyon projesi olduğunun altını çizen Dugin, Fransa ve Almanya’nın birleşmesinin Avrasyacılığın en önemli başarısı olacağını iddia etmektedir.
ABD’ye göç eden mühendis Dmitry Orlov, ABD ekonomisinin çökme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu, bu çöküşle birlikte dünyanın kaosa sürükleneceğini, dünyada ve ABD’de kaos ve şiddetin artacağını ileri sürmektedir. Rus stratejist Orlov, ABD ekonomisinin yanlış yolda olduğunu vurgulayan “Reinventing Collapse: The Soviet Experience and American Prospects” (Çöküşü Yeniden Keşfetmek : Sovyet Deneyimi ve Amerikan Umutları) (http://www.amazon.com/
Türkiye’nin Stratejistlere İhtiyacı Var
Ülkemizde de dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeleri yakından izleyen genç akademisyenler mevcut. Bunların tek tek ismini saymak zor, ancak iki önemli alıntı ile bu genç akademisyenlerin hepsine teşekkür etmek istiyorum.
”Avrasya coğrafyasında karşımıza iki çeşit mücadele çıkmaktadır. Birincisi, ABD’nin bölgeye yönelik çıkarları çerçevesinde bölge ülkeleriyle yürüttüğü mücadele; ikincisi ise Avrasya devletlerinin kendi aralarında bölgeye yönelik olarak yürüttükleri, etkinlik ve liderlik mücadelesidir” değerlendirmesini yapan Mehmet Seyfettin Erol, stratejistlerin işlerinin hiç de kolay olmadığını ortaya koymuş oluyor. Erol’un ilgili makalesinde Dugin, Bagramov, Panarin gibi Rus Avrasyacıların görüşleri yanında, Türk Avrasyacıların görüşleri de inceleniyor. Erol, “Türk dış politikasında çok taraflılığın daha rasyonel temellere oturmak suretiyle, dış politikada daha etkin bir siyaset ortaya konulabileceği” değerlendirmesini yaptıktan sonra, “dış politikada yeni bir yapılanma ve yeni bir bilinç yaratılması” gereğinin altını çiziyor. Bu değerlendirme, kişilere ve misyonlara bağlı dış politika anlayışının sorgulanması gereğini de ortaya koymaktadır (bakınız ; “Mehmet Seyfettin Erol, Avrasya Jeopolitiği”, Yeni Büyük Oyun, Barış Kitap, Ankara, 2011, sy. 11 ve 47).
Bölgemizdeki ve dünyadaki siyasal gelişmelere kafa yoran diğer bir genç akademisyen olan Ertan Efegil, “ Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, gerek uluslararası sistemdeki, gerekse Orta Asya bölgesindeki mevcut güç dengelerinin bozulduğunu, bu bozulmayla birlikte önce Türkiye ve İran, sonra ABD, Rusya ve Çin’in bölgedeki güç dengesini kendi lehine olacak şekilde yeniden inşa etmek amacıyla, stratejik mücadele içine girdiğini” belirtmektedir (Ertan Efegil, “Orta Asya’da Güç Mücadelesine Genel Bakış”, Yeni Büyük Oyun, Barış Kitap, Ankara, 2011, sy.54). Son dönemde yaşadıklarımız, bu tespitin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaktadır.
Erol ve Efegil gibi genç akademisyenlerimizin televizyon ekranlarında ya da yazılı basında içeriksiz ve temelsiz yorumlar ile enerjilerini tüketmek yerine, dünya, bölgemiz ve ülkemizdeki gelişmeleri anlamamıza yardımcı olacak çalışmalar yapmalarını önemsiyorum. Türkiye, son dönemde giderek içeriksizleşen ve nitelik kaybeden sosyal bilimler ve özellikle siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler alanında daha çok çalışan beyinlere ihtiyaç duyuyor.
Türk Dış Politikasının Strateji İhtiyacı
Türk Dış Politikası, uzun dönemdir herhangi bir strateji ile şekillendirilmiyor. Bu da değişken, çekingen ve aktif olmayan bir dış politikaya ya da stratejisi olmayan bir dış politikaya teslim olduğumuzu gösterir.
Stratejinin sığı ve derini olmaz. Gerekli olan, dünya ve ülke gerçekleriyle uyumlu uzun dönemli milli çıkarlara dayalı gerçekçi bir dış politika stratejisi oluşturmak; kararlar, planlar ve taktiklerle bu stratejiyi uygulamaya çalışmaktır. Her iktidar ve Bakan döneminde değişen dış politika anlayışı ile bir sonuç alınması söz konusu olamaz.
Türk Dış Politikasının stratejisi, öncelikle vizyon ve misyonunun belirlenmesi ile ortaya çıkabilir. Türk Dış Politikasının vizyonu ve misyonu belirlenirse, strateji de tek bir cümleyle ifade edilebilecek açıklığa kavuşturulmuş olacaktır.
Türk Dış Politikasının vizyonu, “bölgemizin en güçlü ve etkili ülkesi olmak” biçiminde formüle edilmelidir. Ne küresel bir güç olma hedefiyle rüyalar görmeli, ne de bölgemizde etkisizleşmek pahasına küresel güçlerin peşine takılmalıyız.
Türk Dış Politikasının misyonu (amacı), “Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa, orta ve uzun dönemli milli çıkarlarını korumak” olmalıdır. Bu çerçevede, diğer ülke ve güçlerle ilişkilerde izlenecek tek yöntem, ulusal çıkarlarımıza aykırı olmaması ve katkıda bulunması olmalıdır.
Güçlü Bölgesel güç olmak vizyonu ve milli çıkarlara dayanma misyonuyla Türk Dış Politikası, misyon ve vizyonuna uygun bir strateji geliştirmek durumundadır. Bu stratejinin detaylarını yazmaya kalkarsak, bir dizi yazıya daha başlamamız gerekir. Ancak, Türk Dış Politikasının genel stratejisi, “Güçlü Bölgesel güç olmak vizyonu ve milli çıkarlara dayanma misyonuyla politikalar oluşturmak ve hareket etmek” olmalıdır.
USGAM için hazırladığım “Türkiye’yi Kuşatan Güçler” yazı dizisinin ülkeyi yönetenler için çok az bile olsa “yol gösterici” olmasını diliyorum.