Hakan GAZİOĞLU
SANATIN SOSYO-POLİTİK GELİŞİMİ İÇERİSİNDE MODERN VE POST-MODERN TARTIŞM
SANATIN SOSYO-POLİTİK GELİŞİMİ İÇERİSİNDE MODERN VE POST-MODERN TARTIŞMALARDA YÖNTEMSEL YAKLAŞIM ÖNERİSİ
H
F
Kapitalizm öncesi sanat
Modernizm ve modern sanat anlayışı 17.yy boyunca gelişmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda kapitalizmin Avrupa’da şekillenmeye başladığı zamandır. Bu sürece kadar Antik Yunan’dan bu yana gelen daha pragmatist bir sanat anlayışı vardı. Daha doğru söylemek gerekirse günlük yaşamın içinde belli işlevleri üstlenmiş ince bir zanaat sistemi bulunmaktaydı.
Özellikle zanaat ile sanat arasında ki ayrışmaya kadar klasik anlamda bir sanatçı kavramı oluşmamıştı dolayısıyla sanatçının da özellikle bizim fazlasıyla kutsadığımız Rönesans sanatçıları da birer zanaatçı olarak kilise ve saraya bağlı olarak sipariş üzerine çalışan kişilerdi.
Rönesans sanatçıları ki buna Da Vinci, Mıchalengelo, Donatello ve Dürer’de dahil olarak genellikle üretimlerini kolektif bir çalışmanın içerisinde, usta-çırak ilişkisine bağlı olarak kendi ekipleriyle oluşturmuşlardır.
Kapitalizm öncesi sanat anlayışında genel olarak aristokratik bir yaklaşım bulunur. Sanatsal alanlar hayatın pek çok alanında olduğu gibi sınıfsal bir dağılım göstermekteydi.
Sanat “soylu sanatlar” ve “bayağı(hizmetçi sanatlar)sanatlar” olarak iki kategoriye ayrılıyordu. Soylular; şiir, gramer, mantık, astronomi, retorik,müzik gibi eğitim ve para gerektiren alanlarda uğraş verirken alt sınıflar bu soyluların baniliğinde daha çok fiziksel emekle bir ücret karşılığında yapılan sanatları icra ediyordu.
Rönesans döneminin büyük olarak addedilen sanatçıları aslında aristokrasinin güdümünde çalışan ve bugünkü modern sanat kavramıyla uyuşmayan zanaatçı niteliklere sahip kimselerdi. Eserleri bir kişisel ifade yaratmanın aksine bir resmin renklerinden figürlerinin duruş açılarına kadar bir sipariş silsilesinin parasal karşılığı olarak yapılıyordu.
Kapitalizmle ortaya çıkan sanat müzeleri telif hakkı gibi kurumların yokluğu bu dönem için sanatı aristokratik sınıfların gösteriş düşkünlüklerinin bir aracı kılmıştır. Fakat Rönesans bildiğimiz üzere aydınlanma döneminin çekirdeğini oluşturması açısından oldukça önemlidir. Esasen Rönesans, genç burjuvazinin sanatsal zevkini yansıtan ve ekonomik alanda belirleyici olmaya başladığı bir dönemdir.
Bu dönem içerisinde özellikle antik dönemin bilimsel ve sanatsal niteliklerinin tekrardan ortaya çıkarılması burjuvazinin daha sonra bayraktarlığını yapacağı laisizm, sekülarizm ve bunlara bağlı olarak aydınlanmanın ve pek tabi ki modern çağın doğumu açısından oldukça önemlidir.
Rönesans’ın düşünsel kaynakları olan hümanizm, mistizm, nominalizm gibi kavramlar tanrı ve insan fikrinin sorgulanmasını sağlamış ve Yüksek Rönesans’ı izleyen dönemde Protestanlığın kuruluşuna giden reformlar çağını hazırlamıştır.
Barok ve rokoko dönemlerini ise tekrardan aristokratik zevklere dönüş olarak okuyabiliriz; çünkü bu iki dönem kilisenin Rönesans’ın din dışına çıkarmayı başarabildiği sanatı tekrardan dinin kontrolüne alma düşüncesinin ürünüdür. Buna rağmen Rönesans’ın düşünsel kaynakları bu dönem sanatsal ürünlerinde de yaşamış, insan ve birey fikri Rönesans’ta kazandığı önemi korumuştur.
Örneğin Barok dönem ressamı Carravaggio’nun kilise ressamı olmasına rağmen kutsal kişileri gündelik sıradan yaşamın insanları gibi çizmesi kiliseyi oldukça rahatsız etmiş hatta kilise için 1602’de yaptığı “Aziz Matta” tablosunda azizi yoksul bir emekçi gibi çizmesi neredeyse aforoz edilmesine sebep olacak yoğun tartışmalara sebep olmuştu.
Carravaggio’nun sanatsal üslubuna kaynaklık eden o dönem için aydınlamanın kapısını aralayan düşünceler, Carravaggio ekolü olarak Avrupa’nın bütün ülkelerinde başat tasvir biçimlerinden biri haline gelecekti.
Modernizmin doğuşu ve ihanet
17.yy’la birlikte serbest piyasanın gelişiminin bir sonucu olarak eski zanaatçı-bani ilişkileri tasfiye olmaya başlamış ve yeni kapitalist ticari ilişkiler gereği kapitalist kurumlar sanat alanında oluşarak sanatın bağımsız bir alan olarak şekillenmesini sağlamıştır. Sanat kapitalizmle birlikte apayrı bir ticaret sektörü haline gelmeye başlamıştır.
Sanat bağımsız bir alan olarak gelişirken Fransa’da ilk çağdaş sanat sergisi açılıyor ve genç burjuvazi sınıfsal çıkarları gereği dünyevi yaşamın idealist çerçevesini kırarak materyalist ilişkileri oluşturuyordu. Fakat Fransız Devrimi’nde halka önderlik eden ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik sözü veren burjuvazi özellikle Jakobenlerin Fransa’da yenilmesiyle sözlerine ihanet ediyor ve her alanda gericileşerek eski aristokratik sınıflarla işbirliğine gidiyordu. Bu durum aynı zamanda aydınlanma döneminin temel çelişkisi haline gelirken yükselen işçi sınıfı hareketleri yine Fransa’da 1830 yılında Lyon ayaklanmasıyla ikinci cumhuriyetin kurulmasını sağlıyor ve Bonapartist terör dönemi başlıyordu. Bu durum işçi sınıfının baskılanmasını doğururken sanatta da toplumla arasına mesafe koymayı da ihmal etmemişti.
Burjuvazinin baskı dönemleri ve bunun sonucu olarak yarattığı Bonapartist dikta işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda yıkılacaktı; özellikle 1871’de Paris Komünü ile işçiler 73 gün ülkeyi ele geçirecekler ve eşitlikçi bir düzen ilişkileri kurmaya çalışacaklardı.
19. yy. özellikle sınıf savaşlarının doruk noktasına çıktığı bir yüzyıl olurken;18.yy.la başlayan sınıf savaşımı burjuvazinin halka dönük faaliyetlerde bulunmasına sebep olacak toplumsal gerilimi yumuşatma yoluna gidilecekti. Bu durum hem kapitalist ilişkilerin ticari yönü hem de ulusalcı düşüncenin temellendirilmesi açısından sanat alanında da halka ve ulusa dönük kurumların oluşmasına ortam hazırlamıştır.
Burjuvazi siyasal ve ideolojik olarak çıkışını 1789’da Fransa’da gerçekleştirmişti. Burjuvazinin o dönem için radikal kanadını temsil eden Robespier ve Marat’ın başını çektiği Jakobenler ile liberal ve aristokrasiye yüzünü dönen kanadı Jirodenler arasında ki savaşı Jakobenler kazanıyor ve devrimin hızlıca toplumsal ayaklarını örmeye çalışıyorlardı. Bu durumda karşı-devrimciler hızlıca tasfiye ediliyor ve eski düzene ait kurumlar ve kişilere müsamaha gösterilmiyordu.
Doğal olarak devrim kendi siyasal düşüncesine uygun sanatsal tarzını yaratmaya çalışıyor ve eski düzenin “yaramaz çocuklarına” kucak açıyor ve aynı zamanda sanata müdahale ediyordu. Fakat Fransız devrimcilerinin kafasında ki iyi niyetli projeler özellikle sanat alanında başarısız oluyor ve sürekli beklenen karşı-devrim korkusu onları daha sert davranmaya itiyordu. Fransız Devrimi’nin etkisi eski kavramlarında değişmesini zorunlu kılıyor ve ülke baştan aşağı kapitalizme uygun halde dönüştürülürken sanatçı algısını da değiştiriyordu.
Toplumsal alanda ardı ardına yaşanan köklü değişimler sanatta estetik algıyı ve güzellik kavramını bir anlamda yapı – sökümüne uğratarak ya da onu modern anlamda aşarak yeni bir estetik düşüncesini yarattı. Böylelikle güzelden alınan hazzın doğası da değişime uğruyor, ince aristokratik beğeni daha entelektüel daha geniş ve derinlikli hale geliyordu.
Kapitalizm eski sistemi tamamen çözüp sanatçı-bani arasındaki karşılıklı yükümlülük bağını koparırken yerine yeni bir sanatçı kavramı koyup, bütün işlerin piyasanın denetiminde olmasına yol açıyordu. Bu durum sanatçıya kendini ifade edebilme olanağı sağlarken, emeğine de yabancılaşmasını doğuruyordu. Sanatçı artık tarihte ilk defa bilmediği bir müşteriye yani piyasaya çalışmak zorunda bırakılmıştı.
Jakobenlerin yukarıda çizilen çerçevede olduğu gibi sanata toplumsallık kazandırmaya çalışırlarken fazlasıyla müdahaleci olması ve sanatın giderek devrimin propaganda aracı haline gelmesi aslında sanatın bağımsız bir alan olarak üstlenmeye çalıştığı toplumsal misyonunu ya da sanata atfedilen önemi göstermesi açısından önemlidir. Fakat Jakoben dönemin çalkantılı siyasal atmosferi nedeniyle yaşanan bazı trajediler bugün halen daha emperyalizmin karşı propaganda cephaneliğinde bulunan çok özel argümanlardır. Fakat belirtmek gerekir ki bu zamana kadar üst sınıfların bir dekorasyon aracı olan sanat artık kitlelere mal edilmeye çalışılan etkin bir alan haline geliyordu. Ben bu durumun Jakoben dönemin bir başarısı olduğu düşüncesindeyim.
Sanat ve toplum arasında ki mesafenin; sanatın toplumsal rolü konusunda ki tartışmalar modern anlamda sanat kavramının ortaya çıkışıyla başlamıştır. Sanatın bağımlı ve edilgen olduğu dönemlerde sanatın toplumsal değil özgül bir alan olması bile mümkün değildir.
Sanat özgül bir alan olarak belirmeye başladıktan sonra onun toplumsal misyonuna dönük tartışmalar başlıyor ve Fransız Devrimi’nin de etkisiyle sanatçılar halkçı ve toplumcu rollere bürünüyor sanata bu yönden anlam biçiyorlardı. İlk evrede bu çizgiye yanaşmayan pek çok sanatçı devrim günlerinin hareketliliğinde katıksız birer halkçı haline geliyorlardı. Fakat özellikle Fransa’da Jirodenlerin iktidara gelmesi ve burjuvazinin işçi sınıfını bir tehdit olarak görmesi aynı zamanda halkçı ve muhalif sanatçılara dönük bir saldırı ve terör programı benimsemesi; sanatçıların sosyal konulara dönük eğilimlerini törpüleyen ve sanatı hayattan kopuk, içsel ve mistik bir alana doğru sürüklemiştir. Bu süreç aynı zamanda sanatçıyı piyasa ve piyasa çevrelerine bağlı yeni bir himayecilik sitemine bağlayan ekonomik ilişkiler ağıyla birlikte yürütülmüştür.
Sanat bir yandan egemen sınıflar için toplumdan ve toplumsal olaylardan kaçarak sığınılan mistik bir liman olarak eski edilgen anlayışını üstleniyor olsa da tarihte ilk defa toplumu değiştirecek güçlü bir iletişim aracı olarak görülmeye de başlanmıştı.
Bu durumu burjuvazinin fark etmesi uzun sürmeyecek ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak eskiden aristokratların evlerinde ve saraylarında bulunabilen her türden sanat ürününü artık alt sınıfların kolayca erişebilecekleri bir piyasanın oluşmasını sağlayacaktı. Dolayısıyla kapitalizm sanatı hem “sokağa indirmiş” hem de onun sokağı dönüştürmeye dönük propaganda gücünü keşfetmiştir.
Açıkçası yukarıda ki iki vurgunun özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü modernizmin doğuşunu hazırlayan burjuvazinin ilericilik misyonunu kaybettikten sonra modernizmin ve aydınlanmanın önünü kesen geri bir misyon edindiğini dolayısıyla post-modern kavramsallaştırmanın 19.yy. için burjuvazinin politik davranış biçimi olduğu kanısındayım. Bir yandan halkçı ve özgürlükçü düşüncelerin birer kavram olarak farklı biçemlerde de olsa entelektüel açıdan salınarak etrafta dolaşması, bir yandan da bu düşüncelerin tetiklediği kitlelerin baskı altına alınmaya çalışılması ortaya kapitalizmin çözemediği bir çelişkiler ağının çıkmasına sebep olmuştur.
19.y.y. bu açıdan ideolojik hegemonya savaşının sonra ki yüzyıla oranla daha kıyasıya yaşandığı bir yüzyıl olmuştur. Bu aynı zamanda 19 yy. düşünürlerini çağımıza göre daha farklı kılmıştır.
Modernizmi hem bir ilerici adım olarak görüp hem de onun yarattığı trajedilere karşı acımasızca eleştiren 19.yy. düşünürleri alternatif bir ideal düzen arayışında olmuşlardır.
Günümüze kıyasla çok daha fazla fikir ve ütopyanın tartışıldığı 19.yy.’lı özel kılan bu dönem yazar ve düşünürlerinin modernizmin yarattığı yeni yaşam biçiminin insanlığa daha ileri bir yaşam düzeyini göstermenin önünde ki engelleri kaldırıyor olmasından duyulan heyecan yatmaktadır. Başta Marx olmak üzere bu dönem aydınları alabildiğine modernist ve bir o kadar da modernizm karşıtıydılar. Fakat belirtildiği üzere modernizm karşıtlığı aslında burjuva iktidar biçimine duyulan güvensizlikten kaynaklanmaktadır.
Bu bağlamda 20.yy. genellikle burjuvazinin emekçi sınıfları sistematik biçimde denetim altına alma savaşının yoğunlaştığı bir dönem olarak şekillenirken ideolojik –politik alanı da kısırlaştırmıştır.19.yy. Sosyalizm, anarşizm, Blanquizm, liberalizm v.b gibi bir çok düşün ve eylem tarzının arayış ve etkinliğine sahne olurken, yeni yüzyılın kıt ikliminde modernizme düşünsel planda damga vuran Marksizm-Leninizm olmuştur. Buna sebep burjuvazinin diğer fikir ve eylemleri kendi cephaneliğine alarak uysallaştırması kadar Marksizmin Sovyetler Birliği Sosyalizmiyle siyasal bir olgu haline gelmesi etkilidir.
Burjuvazinin, modernizmin olanaklı hale getirdiği “devrimci olgu” ürküntüsünün bir sonucu olarak; modernizmin radikalizminin önüne geçilmesi için her türden muhafazakârlaşmanın önünün açılması burjuvazi açısından modernizmin sonuna gelindiğinin ilanı olurken, burjuva radikalizmin geri çekilmesi “dünyayı değiştirme” olgusunu sakatlamış ve değişim olgusunu Marksizmin radikal etkinliğinin tekeline bırakmıştır.
Modern sanatın bu sürece tepkisini 20 yy. başına kadar biçimsel özelliklerin klasik batılı özelliklerini aşılması sorunu oluştururken; 1.Dünya savaşı sanat ortamını derinden etkilemiş; 1916’da Dada hareketi reel anlamda ilk politik sanatsal tavrı ortaya koymuştur.
Savaşı “burjuva değerlerin bir uzantısı, bir tür burjuva yolsuzluğu” olarak gören Dadacılar sanatı politik tepkilerin dile getirildiği bir özgürlük ve eylem alanı olarak görmüşlerdir.
1.Savaş sırasında patlak veren Büyük Ekim Devrimi, modern çağın eşitlik ve özgürlük imgeleminin doğrusal bir zemine oturmasını sağlamış ve bu anlamda Avrupa’da ideal düzen tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır.
1920’li yıllarının bu koşullarında doğan Sürrealist hareket, “iflas etmiş bir kültürel toplumsal yapının sınırlarını aşmak” için doğrudan bilinçaltı ve imgelem gücünü önemsemiş ve verili burjuva gerçekliğini yapı-sökümüne uğratmıştır.
Sanatçılarının çoğunun Fransız Komünist Partisi üyesi olduğu sürrealistlerin sanatsal tavırlarının biçimsel yönünü psikanalizm beslerken, politik yönünü Marksizm beslemiştir.
1930’lu yıllarda başta Almanya ve İtalya gibi Avrupa ülkelerinde egemen olan faşist rejimlerde sanatın faşizmin vitrini olarak kullanılmaya çalışılması ve bu ülkelerde sanatsal özgürlüğün baskı altına alınması, Avrupa’dan ABD’ye bir sanat göçü yaşanmasına sebep olmuştur.
2.Dünya savaşı ise mevcut “sanat göçünün” artmasını sağladığı gibi aynı zamanda uluslar arası sanat merkezinin Paris’ten Newyork’a taşınmasına sebep olmuştur.
Bu durum aynı zamanda savaş sonrasında küresel kapitalizmin egemeni olan ABD’nin yeni emperyalist vizyonuna uygun olarak sanatın emperyalist politikaların bir bağlaşığı haline getirilmesi için uygun ortamı sağlamıştır.
Çok maliyetli projelerle desteklenerek Newyork dünyanın sanatsal merkezi haline getirilmiş ve artık Batı sanatı; doğrudan CIA belirleniminde Soğuk Savaş döneminin etkili ideolojik silahlarının başında yer almış; sanatçıların bir kısmı birer CIA ajanı gibi çalışan misyonerler haline gelmiştir. Bu açıktır ki Modernizm öncesi dönemin bir karakteristiğidir.
1940’lı yıllarda Avrupa sanatsal birikiminin eklektik bir sentezi olarak Soyut Ekspresyonizm (Kandisky,Miro,Van Gong,Matisse üsluplarının bireşimi), iki dünya savaşından yılmış sanatçıların kendi imgesel dünyalarına dönük soyut bir mistizm düşüncesiyle sanatçıları liberal - pasifist bir etki alanına almaya çalışmıştır.
Bu dönem boyunca soyut sanat “özgürlükle”
Modernizmle hesaplaşma
Buraya kadar modern sanatın ortaya çıkışı ve modernizmin bayraktarlığını yapan burjuvazinin aslında iktidara geçtiği andan itibaren modernizmin açtığı ufukları sınırlandırma çabalarını kabaca anlatmaya çalıştım. Daha en başında modernizmin yüklerinden kurtulmaya çalışan burjuvazi 2.Savaş sonrasında politik davranışlarının ötesine geçip ideolojik ve kültürel açıdan modernizmle hesaplaşır.
Savaş sonrasında sistematik olarak kavramsallaştırılan post-modernizm, kapitalizmin çelişkilerinin ideolojik manipülasyon aracı haline gelecektir. Buna göre dünyanın yaşadığı savaşlar ve trajediler modernizmin yarattığı sorunlar olarak gösterilirken; “post-modern dünya bu trajedilere bir tepki olarak oluşmuş yeni bir düzen arayışıdır”.Açıkçası burjuvazi kendi yıkımının suçlusu olarak modernizmi hedef tahtasına koymuştur.
Bu bağlamda burjuva iktisadi politikalara karşı oluşturulmuş bütün düşünsel ve sanatsal eserler “modernizm karşıtı post-modern çıkışlar” olarak burjuvazi tarafından sahiplenilmiş ve neo-liberal politikalarına tarihsel köken arayışının ideolojik malzemeleri haline getirilmiştir.
Fakat burjuvazi her yönüyle modern olanı tasallutu altına almaya çalışmıştır.1970’li yıllara gelirken, kapitalizmin ekonomik gelişim yönü çok karlı otomobil pazarlarında ki payın maksimize edilmesini gerektiriyor ve oto yolların sınırsızca dünyayı dolaşması zorunlu hale geliyordu.
Bu iktisadi yönelim aynı zamanda ideolojik ve politik bir sınıfsal çıkarla birleşince modern kentin doğasına dönük fiziksel bir saldırının başlamasına da sahne oldu.
19.yy.’da kapitalist kentleşmeye uygun olarak Avrupa’nın başkentleri ve sanayi şehirleri yapılandırılırken ortaya çıkarılan bulvarlar 20.yy.’da yıkılmaya başlanmış ve proletaryanın siyasal etkinliğini kırıcı bir şekilde planlanmıştır.
19.yy. bulvarları farklı sınıfların birbirlerini gördükleri sosyal mekânlardı ve alt sınıflar burada hem elit sınıfları görüyor hem de kendi yoksul varlıkları elit kesimlerce fark ediliyordu. Bulvarların toplanmaya müsait sosyal ve bir kesişim noktası olan konumu aynı zamanda onu sınıfsal savaşımın alanı haline getirmişti. Yukarıda da andığımız tarihin en kanlı sınıfsal çarpışmaları buralarda yaşandı. Baudelaire’in kahramanları da, Marx’ın devrimci proletaryası da bulvarlarda tarih sahnesine çıktılar.
Doğal olarak modern bulvarın fiziki yapısı burjuvazi açısından tercih edilebilir ve katlanabilir olmaktan uzaktı hem de otomobil endüstrisinin selameti açısından bulvarların yerlerini oto yollara bırakması oldukça karlıydı.
Bu bakımdan Baudelaire’in “sokakların modernizmi” dediği kentte ki işçi sınıfı hareketliliği ve onun politik imgelemi yeni dönemde yerini oto yollara bırakırken; otomobilli hayat tüm sınıfların yeni “modern” sembolleri oldu.
Fakat otoyolların hem politik ve ideolojik hem de fiziksel saldırı aracı olması savaşımın yönünü değiştirmedi. Proletarya kendi sahası olan fabrikalarda savaşımına devam etti belki ama genel olarak kentle bağı kesilen işçiler ülkelerinin siyasetinde ve üretimin merkezinde olmak adına kendilerini politika ve üretimle ilgili tüm bağlamlarda yabancılaşmış hissettiler. Toplumla işçi sınıfı arasında ki bağ sakatlanmış oldu ve herkesin otomobil sahibi olup sınıf atlama isteği 20.yy.lın en etkili imgelerinden biri haline geldi.
Otomobilde cisimleşen sınıf atlama tutkusu ve rahat yaşam imgesi giderek tüketim odaklı bir sosyolojik vakıa halini aldı. Artık çalışma ve meslek edinme daha fazla harcayabilmenin tüketimsel fonksiyonu oldu.
Toplumda birey olmak ve birey olarak “özgürce var olabilmek” için hep daha fazla harcamak gerekecekti.
Serbest piyasa ekonomisinin yaşamın tüm alanlarını ticaretin konusu haline getirmesi ve giderek artan tüketim çılgınlığının toplumsal değerleri başkalaştırması sanatın konusunda ve ifade tarzında önemli değişiklikler meydana getirmiştir.
Örneğin Pop Sanatı bu toplumsal başkalaşıma dönük olarak; kullanılmış; coca cola şişelerini, sigara paketlerini, gazete sayfalarını ve Hollywood yıldızlarının resimleri gibi atık malzeme ve popüler kültür ikonlarını sanat yapıtının malzemesi haline getirerek değişen toplumsal kültür ve tüketim kalıplarını sanata yansıtmışlardır.
Aynı zamanda bu sosyo-politik kültürel ortam kavramsal sanatın doğmasını sağlamış ve sanat nesnesinin metasal yönüne tepki olarak tekil sanat nesnesi dışlanmış yerine düşünsel üretimin kendisi konulmuştur. Kavramsal sanatçılar, sanat yapıtının değerini, ifade biçimini ve doğasını yerle bir ederek yeni ifade biçimleri geliştirmişlerdir.
Yine bu dönem Marksizm kaynaklı bir hareket olarak ortaya çıkan Fluxus hareketi: Sanatın topluma ve hayata dönük bir değişimi sağlaması yönünde tavır geliştirirken geleneksel sanatsal tavrı dışlayarak sanatla hayat arasında ki sınırları ortadan kaldırmak için deneysel sanat etkinlikleri düzenlemiş ve seyirciyi edilgen konumundan yapıtın öznesi haline getirecek çalışmalar gerçekleştirmişlerdir.
Fluxusçular tüketim toplumunun hızlı ve akışkan doğasına yaklaşmak için felsefi olarak “gelip geçiciliği” önemsemiş; yapıtın bitmiş halinden çok sanatsal yapıtın oluşum sürecini ve yaşanmakta olan anın kendisini önemli kılmışlardır.
Serbest piyasaya karşı gelişen bu türden hareketler, bizzat serbest piyasa ideolojisi post-modern düşünce tarafından özellikle Marcel Duchamp sonrası dönem itibariyle “modern” karşıtı olarak sahiplenilmişlerdir.
Modern düşünce gelişimi boyunca, eski düzene ait tüm geleneksel kültür kalıplarını aşarak ilerlemiş ve klasik sanatın alışılagelmiş beğeni, değerlendirme ve güzellik algısını bozucu bir süreklilik göstermiştir. Post-modernizm tarafından bu sürecin özümsenmesi; post-modernizmin kökensel sorununa ilişkin bir referans noktası oluştururken aynı zamanda modern sürecin Duchamp sonrasında kesilmesi; “basitten karmaşığa” giden evrimsel sürece ilişkin gelişim teorisine dönük, satır arasında bir saldırıyı da içermektedir.
Posa-Modernizm…
Modernizm karşıtlığı ya da post-modernizm, burjuvazi açısından topyekûn bir saldırı dalgasının kavramsal ayağını oluşturmaktadır. Bu saldırı siyasetten spora, sanattan bilim ve kültür dünyasına kadar yayılan bir içeriksizleştirme hareketi olarak şekillenirken, biçimsel olarak soyut bir “yenileşme, demokratizasyon, reformasyon” organizasyonu biçiminde gösterilmektedir.
Yaşanan sürecin kendisinin bir restorasyon olduğu yadsınamaz fakat bu reorganizasyon sürecini yaklaşık 200 yıllık bilimsel, felsefi ve sanatsal birikimin çarpıtılması oluşturmaktır.
Post-modern ideoloji aynı zamanda politik bir biçem yaratmıştır. Bu şu anda verili bütün kapitalist ülkelerde egemen olan politik bir davranış karakteristiğidir. Temelde geçmişten bu yana gelen burjuva politik eğilimlerinin bir tür bireşimidir. Burada herhangi bir cumhuriyetçi ya da demokratik yönelim bulunmamakla birlikte post-modern politika; geçmişte burjuvazinin vermek zorunda kaldığı tüm tavizlerin geriye dönük olarak kazanılmasını hedefler.
Bu bakımdan tarihsel süreç içerisinde burjuvazinin yarattığı tüm açmazlar ve kriz dinamikleri serbest piyasanın içinde çözünürken, post-modern inkârcılıkla sorunun kendisi başka bir referansa havale edilerek, mesele bir tür “yeni dönem” karakteristiği içinde ele alınır.
Yaratılan “yeni dönem” algısına gerçeklik oluşturmak ancak eski dönemin içeriksel açıdan ne olduğuyla ilgili olduğundan “eski dönem” lanet olası bir modern zamanlar metaforuna dönüştürülür.
Modern olanın suyunun halkların özgürlük ve eşitlik arayışıyla verildiği dünyada post-modern dönem; halkların pasifize edilerek bir tür küresel kişiliksizleştirme, aynılaştırma ve atomize edilerek kendi doğasına yabancılaştırma sürecidir.
Bu durumun sanata yansıması, sanatın dünyaya ilişkin imgelemini şizofreniye eşitleyen anlaşılmazlık duygusuna bırakmıştır. Dünya ve insan algısı sanatçı açısından bir tür kara delik gibi derinleşirken, sanatçı; gözleri bağlı ve el yordamıyla ilerleyen, toplumsal açıdan sakatlanmış kötürüm bir arka sıra kişiliğidir.
Hâlbuki modern dönemin oluşma süreci aynı zamanda sanatçının, bilim adamının ve entelektüel uğraş içerisinde olanların eski himayecilik sisteminden kurtulmaya başlayarak toplumsal özellikler kazandığı bir süreçtir. Bu bakımdan modernizm ve modern insan varlığını, eski ve yeni düzen arasında gelgitlerle salınan burjuva çelişkiler sarmalı içerisinde ileri olanı seçerek sürdürebilir. Modern insan bir bakıma toplumsal çelişkilerin insanı olarak günlük yaşamını yeniden üretir. Bunu sınıfsal çatışmanın günlük görüngüleri arasında var olmak çabası olarak okuyabiliriz. Çünkü kapitalizm öncesinde sınıflar mücadelesi daha örtük ve değiştirim gücü niteliksiz olarak düzenin kendi içsel gelişmişlik niteliğine ve bu potansiyelin ortaya çıkaracağı dinamiklerle yüzeye çıkan çelişmelerin bir tezahürü olarak şekilleniyordu.
Kapitalizmde ise sınıflar arasında ki tarihsel mücadele, sistem içerisinde ki her türlü oluş ve bitişin hem varoluş hem yok oluş sebebi olarak başat dinamiği haline gelmiştir. Bu bakımdan modern dönemin insanı sanayi öncesi dönemin insanından farklı olarak çok karmaşık ve parçalı bir dünyanın ideolojiler prizmasından süzülerek yaşamına devam etmektedir.
Günümüz insanı; ekonomik, politik ve ideolojik varyasyonlar ağlarından oluşan dünyanın bir tür amfibik metaforu olarak, çok yönlü sıkıştıran yaşamın; zihinsel ve psikolojik açıdan parçalanmış bireyidir. Üretim sürecinde ki parçalanma ve yabancılaşma olgusu aynı zamanda toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkileri kurgulayan bireyin karakteristik özelliğidir.
Modern dünyanın sosyo-politik çerçevesini oluşturan kapitalist üretim sürecinin yarattığı trajedi, burjuvazinin ideolojileştirme çabalarının bir ürünü olarak; modernitenin çelişkisi sayılıp post-modern yeni dönem algısıyla güncellenmiş, her alanda bir liberizasyon sürecinin dayanağı haline getirilmiştir.
Emperyalizmin sömürgeleştirme ve bağımlılaştırma operasyonlarına uygun olarak bunun önünde ki engeller modernitenin icatları olarak lanetlenmişlerdir. Bu konteksin içinde Fransız jakobenlerinden Sovyet liderlerine dek uzanan yeni bir çarpıtılmış tarih yazımı bulunmaktadır.
Sonuçta…
Temel olarak modern yaşam ve modernizm iki farklı görünüm vermişlerdir: Burjuva ve Proleter modernizmi. Bu açıdan gerçekten saf bir modernizm mümkün müdür tartışmalı…
Geldiğimiz noktanın post-modern dönem olduğu belirtiliyor; bana kalırsa post-modernizm burjuvazinin verdiği sözlere ihanet ederek başladığı dönemden, sözüm ona yeni “modern biçemlerin” ideolojik devamıdır.
Modernizm burjuvaziye en başından büyük gelmiş ve aydınlanma, laisizm, halkçılık gibi başlıklarında ki radikalizmini giderek geriye çekmiştir. Bu durum 19.yy. düşünürlerince de modernin çelişkisi olarak görülmüştür. Elbette bunun tarihsel ve iktisadi sebepleriyle birlikte Marx tam da bu boşluğa doğmuştur.
Post-modernizm ise işçi sınıfına yeni bir saldırı dönemini açmıştır. Modernin karşıtı olarak: Yerelleşme, esnekleşme, şeffaflaşma, evrenselleşme, kentsel dönüşüm, özerkleşme, yerinden yönetim, verimlilik gibi kavramlar işçi sınıfına dünya ölçeğinde; doğrudan üretim alanında ve kentsel dokuda bir saldırı dalgasıdır.
Dikkat edilirse modern adına iğdiş edilenler proletaryanın ve halk yığınlarının tarihsel süreç içerisinde ki kazanımlarından başka bir şey değildir.
Çoğu sanatçının ise bugüne kadar “modernizmi” eleştirmek adına yaptıkları işleri “burjuva modernizmi” ve “burjuva estetik algısının eleştirisi” olarak görmek gerekiyor. Saf kapitalizm olmadığı gibi saf modernizm de olmayacaktır.
Modern olmak belki en fazla çelişkilerin insanı olmakla ve bu çelişkiler içinde var olmakla kendini olanaklı kılıyor.
Yaşadığımız toplumsal ilişkilerin bu kadar girift ve kavramların bu kadar esnek olabildiği dünya gerçekten modern dünyadır. Marx’a dönmek gerekiyor tam bu noktada “çelişme, gelişmenin temel dinamiğidir” diyor Marx; ama onu ayrıcalıklı kılan çelişmeleri tanımlayabilmiş olmasıdır. Bu yüzden Marksizm halen daha en devrimci siyasal eylem biçimi olarak varlığını sürdürüyor.
Post-modernizm ise çelişmeleri flulaştırmaktadır. Modernizm çelişmeye karşı ortaçağ korkusunu silip atmış ve onu alt edecek iradi gücün önünü açmıştır.
Burjuvazinin modernizmden kaçışı, tam da kendisini alt edecek modern proleter sınıfa karşı duyduğu ortaçağ korkusundan ileri gelir. Vahşi kapitalizm ya da gericilik çağı tam olarak bu kaçışın sonucu olan sürecin kendisidir.
Son sözü, III. Napolyon’a karşı 1848 devrimlerinin barikatlarında çarpışan işçilerle saf tutup, nefret ettiği üvey babasına karşı “General Aupick’e ölüm” diye slogan atarken görülen çağın ilk modernisti Baudelaire’e bırakıyorum:
“evet yaşasın devrim! Diyorum; yaşasın yıkım! Yaşasın azap! Yaşasın ölüm! Dediğim gibi. Seve seve kurban da olurum, cellât da; benim ki devrimi hem öyle hem böyle yaşamak. Hepimiz nasıl ki kemiklerimizde frengi besliyorsak, damarlarımızda da cumhuriyetçi bir ruh taşıyoruz, demokratik zührevi bir iltihabımız var.”