Canan YÜCEL
DEVRİME MEKTUP
Bilmiyorum!
Ve sanırım hiçbir şeyi bilmeyeceğim. Dert, sıkıntı, keder, hüzün, acı, ızdırap vs…
Eş anlamlı birçok kelimeler kafamın içinde birbirleriyle birleşip türevlerini oluşturuyorlar…
Kolay değil hiçbir şey… Zorlaşıyor yaşam… Gündelik hayat nefes almayı olanaksızlaştırmaya başlıyor. Zamana yetişemiyorsun. Ve yaptığın hiçbir işten memnun olmayan suratlar görmekten gına geliyorsun. Ve sonunda; “gidin başımdan, beni rahat bırakın” gibi tüm isyan cümlelerini sarf ediyorsun. Sonra seni kimse anlamıyor zannediyorsun. Yalnızlığın acı dolu dakikalarının hep senin omzuna çöreklendiğini düşünüyorsun…
Hep sen yalnız kalmışsındır. Hep terk edilen sensindir. Ailen seni anlamaz, anlamak da işlerine gelmez. Gözünden akan yaşlardır tek dostun. Seni terk eden herkes vatan hainidir gözünde. Duyguların karmakarışıktır. İçinde ne fırtınalar koptuğunu bazı kişilere anlatırsın ama sen; ah sen!
Hep seni anlamadıklarını düşünürsün… Anlamazlar da zaten, çünki; her defasında seni kandırıp o an suratında aptal bir gülümseme yaratmaya çalışırlar ve sen buna aldanıp gülüp geçersin. İçin ezile ezile…
Bilmiyorum!
Bilmiyorum diye başlanılan bir mektuptan ne kadar hayır gelebilir ki? Tarihteki çözülemeyen iki problemden birini, derste uyuyan öğrenci çözmüş ya, her iki problemimden birini çözmeniz bana kâfi gelecekti. Gülemeyen palyaço misali dolanıyorum etrafta. Bununla ilgili atalarımız ne sözler söylemiş:
-Terzi kendi söküğünü dikemez.
-Kelin ilacı olsa önce kendi başına sürer.
Vs vs vs… Herkesin problemleri var. Herkes sorunlu(!) Normal insan birkaç tane. Onlarda zaten parası çok, zengin ve züppelerden oluşan, bir elin parmak sayısı miktarında, ukala tipler. Ha normal insandan kastım dertsiz olmaları…
Bilmiyorum!
En mutlu günlerim, içimdeki ve dışımdaki çocuğun henüz büyümemiş, anemin elinden tuttuğu ve babamın cebine harçlık koyduğu, saçları ikiye ayrılıp örülmüş sümüklü bir veletken geçen günlerdi. Bilmiyorum ve kim bilebilirdi ki büyümenin bu denli zor olduğunu. Bir koşuşturmaca sarıyor tüm benliğini. Kaybolursun. “Yaşamak istemiyorum”lu cümleleri daha sık kullanır olursun. Buna “ölmek istiyorum”, “hayat çok zor”, “of” gibi klişeleşmiş cümleler eklenir. Sakız gibi ağzında geveleyip durursun. Sonra geceleri uyuyamazsın. Ya da saat 20.00’da yatağa girip, sabah 07.00’a kadar saat başı uyanırsın. Çok yorgun olmana rağmen uyku tutmaz. Sabah gözaltların morarmış bir vaziyette işine gidersin. Yol sıkıcıdır. Kısa bile olsa sıkılırsın. Temizlik yapmayı sevmezsin. Ama yapmazsan da kendini büsbütün kötü hissedeceksin. Bize göre çamaşır suyu, kimine göre klorak, kimya diline göre de hidroklorür asitle temizliğe başlarsın. O koku başını ağrıtır. Ha diyeceksin ki; koyma o asiti! –Temiz olmaz ki! Temizlik biter. Müşteriler gelmeye başlar. Çeşit çeşit insanlar vardır. Kimine leb demeden Çorum der, kimine minare dersin cami aklına gelmez. Bin bir çeşit insan türü işte uğraş dur. Ne için? Kim için? Seni anlamayan insanlar için mi? Söyler misiniz bana ne için? Zaten şu parayı icad edenin yatmaya yeri yok! Dert üstüne dert ekletiyor bize. Bari bir hayrı dokunaydı iyiydi be! Ya da para olmadan da birçok şeyi elde edebiliyor olsaydık. Mesela; sinemaya gitmek. Evet, sinemaya gitmek. Açık havada… Yeni film olmasına gerek yok. Zaten herkes sinemayı takip edemiyor. Bir film koyacaksın akşam açık havada… Gören herkes gelip izleyecek. O an! İşte o an hayatının en mükemmel işini yapmışsın gibi haz duyacaksın. İnsanlar sana teşekkür edecek. O iki saat sıkıcı ve gerici hayatın zorluklarını bir nebze unutmuş olacaklar. Ya da alacaksın müzik setini, ek olarak takacaksın yanın a amfisini insanlar dans edecek… İlla ki bir sanatçının gelip şarkı mı söylemesi gerekir? Hiç de bile!
Ufak ama büyük çaplı mutluluk bırakacak çok şey var. Örneğin; “bakış açısı”. Bakış açısını değiştirmek gerekir. Basmakalıp düşünceler bizi ancak sığlaştırıyor. Derinlemesine yaşayamıyoruz. Ne sevincimizi, ne derdimizi, ne üzüntümüzü… Her şey yarım yamalak. Sonra; “çok derdim var çok” olur tabi…
Yoğun ve yorgunum!
Gözaltlarım mor, baş ağrıma mide yanması eklenmiş, sabah alerjisi ile birlikte elinde süpürge mağaza önü süpür. Tabi arada su serpmezsem bitişik mağazadaki galerici amcanın: “su döksene kızım! Toza boğdun bizi…” diye azarlaması yetmedi ekmek fırını sıcaklığı üzerine her sabah olmazsa olmazım peynirli açmaları bulamazsam, zehir zıkkım bir gün… Al sana vaka-ı dert…
Ve artık biliyorum!
Küçükken bize yöneltilen sorular hep o an bizi konuşturmak amaçlı sorulmuş. Yoksa kime ne bizim büyüyünce ne olacağımızdan. Zaten çocukların bazı harfleri ya da kelimeleri söyleyememesinden çıkan konuşma tarzı, büyükler için nasıl bir fantezidir merak etmişimdir. Ha unutmadan, bir de küfürlü kelimelere alıştırılma aşamaları vardır ki; şu an biri sokakta küfür etse, uzaydan gelmiş muamelesi görür. Ulan siz alıştırdınız, biz ne yapalım?
Evet, biliyorum!
Günümüzde iş bulmanın kolay olmadığını ve ekmeğin aslanın midesinde bile kalmadığını… Üniversite bitirmenin de artık bir fonksiyonu olmadığını… Zorla iş bulunamadığını… Sen eşek olduktan sonra semer vuranın çok olduğu dönemin sonuna yaklaşıldığını ve daha nicesini… Hiçbir şey kolay değil ve sanılanın aksine çok zor.
Ve!
Tek nüshasını bile alamadığımız şu hayat yolunu, ayakyoluna çevirmekte üzerimize yok! Tek geçerli sebepler ise, saydıklarımdan ziyade değil. Altı üstü de var elbet. Şu an bunları düşünmek dahi istemiyorum.
Hem ne gerek var canım ağrımaz başınızı ağrıya sokmaya, realist olmaya…
Unutmadan!
Eline her kalem kâğıt alan “yazar” değil “yazan”dır. Ayrımcılık lütfen. Zira bugünlerde çok duyar oldum “yazar” kelimesini… Yazar’lara haksızlık…
NOT: Bir mektuba nasıl başlanır öğretmişlerdi bana fakat nasıl bitirilir bilmiyorum. Sanırım bu konuyu öğretmenime de öğretmemişlerdi. Hayat okulunda sınıfta kaldık hocam!..